Sarı sıcak Mardin
Mezopotamya manzaralı kutsal şehir, taşın ve aşkın şiiri Mardin.
Önce sizi uyarmakla başlamalıyım sevgili okur. Çünkü bu yazıyı okumaya devam ederseniz büyük ihtimalle ilk tatilinizde orada olmak isteyeceksiniz.
Devam ettiğinize göre ben başınıza gelecekleri anlatmaya başlayayım. Çok uzak ve ulaşılması güç bir yer olsa belki tereddüt edecektiniz ama yazıyı bitirdiğinizde kendinizi hava yoluyla Mardin’e ulaşmanın İstanbul’un bir yakasından diğerine gitmekten daha kolay ve kısa bir yolculuk olduğuna ikna edip, büyük ihtimalle rezervasyonunuzu bile yapmış olacaksınız.
Herhangi bir Anadolu şehrinde bir benzerini onlarca kez görmüş olmanız muhtemel, büyükçe bir Atatürk heykelinin olduğu meydanı geçtikten sonra, herşey bir virajı dönmenizle başlayacak Mardin’de. Yaşadığınız büyük şehrin sıradan bir sokağı olabilecek genişlikte, arnavut kaldırımıyla döşeli bir cadde üzerinde yol alırken, biraz da eşekler ve atlar üzerinde seyreden insanların katkısıyla, bunun alıştığınız caddelere pek benzemediğini, birbirinin aynı sayılabilecek taş binalarla çevrili olduğunu anladığınızda, hele ki biraz ilerde hemen solunuzda kalan postane binasının ihtişamını gördüğünüzde sizin Mardin hikayeniz de başlamış olacak. Mişli geçmiş zaman kipinde asılı kalmış bir rüyaya, taştan bir eski zaman şehrine hoşgeldiniz! Ve madem postane binasına kadar ulaştınız, hemen karşısındaki çay bahçesine oturup tavşankanı bir çay eşliğinde güne keyifle başlayabilirsiniz. Mezopotamya manzarası müessesenin ikramı.
Fazla oyalanmadan yollara düşseniz iyi olur çünkü sizi yoğun geçecek bir gün bekliyor haberiniz olsun.
Ana caddeden saparak kendinizi bulacağınız, “abbara” ismi verilen karanlık tünellerle birbirine bağlı sokaklarda kaybolmaya hazır olun. Yolunuzu kaybettiğinizde belediyenin kadrolu eşekleriyle karşılaşacaksınız, çocuklar karşılık beklemeden rehberlik edecek size, ilk selam vereceğiniz kişi zorla mırra ikram edecek, kapı tokmaklarını bir bulmacayı çözmeye çalışır gibi takibe dalacaksınız ve kaybolduğunuzu sandığınız an, bunca karmaşıklığına rağmen tek bir çıkmaz sokağı olmayan bu labirentte kadrolu eşşeklerin ayak seslerine bazen Arapça bazen Türkçe bazen Kürtçe konuşmalar eşlik etmeye başlayacak ve tekrar ana caddeye yaklaştığınızı anlayacaksınız. Durmayın devam edin keşfetmeye bu büyülü kenti…
Artık olmadığını düşündüğünüz mesleklerin resmigeçidine şahit olacaksınız Eski Çarşı’da; hiç şaşırmayın. Her sanatın ustasında aynı yorgun alışkanlığı ve aynı bilge sabrı göreceksiniz. Camaltı ve telkâri ustalarında da, kehribar tacirinde de, terzilerde de, dokumacılarda hatta demirci atölyelerinde ve kalaycılarda da aynı dinginlik karşılayacak sizi. Mardin’de telaş ve aceleye yer yokmuş gibi hissedeceksiniz. Süryanilerin kuyumu, Ermenilerin taş yontuculuğu, tahta oymacılığı gururla sergilenecek sırayla. Kendinizi kıyıları tarih olan bir nehirde hissedeceksiniz sokaklarında yürürken; medreseleri, camileri ve kiliseleriyle, telkarisi ve Süryani şarabıyla bir kültürler buluşmasına şahitlik edeceksiniz her adımınızda.
Siz binbir labirente girip çıktıkça bir saat önce karşılaştığınız yüzler pek de yol almamış olacak ve tanıdık gelmeye başlayacak. Sanki bir tek siz koşturup duruyormuşsunuz gibi hissedeceksiniz. Sonra yavaş yavaş siz de durulacaksınız. Zaman zaman burnunuza gelen ve hafif de olsa genzinizi şöyle bir yoklayan baharat kokuları ile Doğu’nun büyülü kenti sizi zamanısızlığına doğru çekecek ve bambaşka bir ruh iklimine taşıyacak. Dahası herkes size “hocam” diye hitap ettikçe garipseyeceksiniz, gerçeklik algınız zayıflayacak ve baharat kokan belgesel bir filmin içindeymişsiniz hissi uyanacak zihninizde.
Esnafın tutumu -hele ki bir büyük şehirden geliyorsanız- her adımda sizi daha çok şaşırtacak. Kimsenin sizi, bambaşka bir hayattan kalkıp gelen bir yabancıyı yadırgamadığını, objektifinize takılan herkesin size güven ve samimiyetle baktığını farkedeceksiniz. Ve sokaklarda kimsenin birbirine bağırmadığını, büyük şehirlerin asabiyetinin buralara hiç uğramamış olduğunu da… Gerçekten nasıl birşey olduğunu unuttuğunuz misafirperverlik ne demekmiş konulu dersler alarak yol alacaksınız eski şehirde. Babadan oğula, ustadan çırağa el verilerek günümüze gelen, yüzlerce yıllık kazancıların yüzlerce yıllık yordamlarıyla dövdüğü kazanların sesi eşlik edecek size. Marangozlar kıraathanesinde bu defa çok kültürlülük nedir konulu bir dersin içinde bulacaksınız kendinizi. Gabriel’in komşusu Mehmet’le, Mehmet’in çocukluk arkadaşı Abdullah’la, Abdullah’ın ortağı Rafael’le olan muhabbetini görünce anlayacaksınız o meşhur Batılı gezginin neden “bütün dünyayı Mardinleştirmeli” dediğini. Dinler, diller ve insanlık halleri üzerine konuştukça göreceksiniz ki onlar hayatlarında bu sınırları çoktan aşmışlar; bir yanları Türk, başka bir yanları Süryani, öbür yanları Arap ya da diyelim ki Ermeni, başka yanları Kürt olsa da, hepsi ayrı dillerde de olsa hep birlikte Mardinliler. Ve sakın ola içilen çayların, kahvelerin, hatırı kırk yılı da aşacak mırraların karşılığını para ile ödemeye kalkmayın, gücenirler. Şunu çok sık duymaya hazır olun bu şehirde: “Sizin paranız geçmez burada hocam!”.
Hiç tanımadığınız bir adam rehberlik işini devralacak çocuklardan. Ulu Cami’nin minaresindeki kabartmaların hikayesini dinleyeceksiniz ondan. Önünden geçerken hiç dikkatinizi çekmeyen ve ironik bir tesadüf eseri bugün de bir marangozun deposu olan, yaşı bin yılı aşkın eski bir kilise binasına girdiğiniz an artık ikna olacaksınız bu şehrin büyülü olduğuna. Yeni bir şey keşfeden küçük bir çocuğun heyecanına eş bir enerjiyle, o daracık sokaklarda saatlerin nasıl geçtiğini anlayamayacaksınız. Bazen görüş alanınızın hemen kenarında bir yerlerde, örneğin geçtiğiniz abbaranın üstündeki evde yaşananların merakıyla dalmışken siz, masal bu ya belki de Mungan’ın çocukken tutulduğu geyik arz-ı endam edecek ve göz göze geleceksiniz kısa bir an için. Ve Mardinlilerin güvercin sevdasına şahit olacaksınız her adım başı. Evlerin, dükkanların, iş yerlerinin bir yerinde mutlaka bir güvercin kafesi olduğunu öğreneceksiniz. Bütün şehrin en büyük hobisi olan güvercinlerin gördüğü bu ilgiyle Mardin sizi bir kez daha şaşırtmayı başaracak.
Akşamüstü çatılardan gökyüzüne salınan güvercinler çan kuleleri ve minarelerle süslü şehrin silüetine karışacak. Siz merakla olan biteni izlerken birilerinin fotoğrafını uzaktan çekmekte olduğunuz terastan size seslendiğini fark edeceksiniz sonra. Bir kahve de o terasta içeceksiniz bir yandan güvercinleri yemlerken. Mezopotamya’ya karşı kapı önü eşiğinde sohbete dalan Mardinli kadınlar önce tereddüt etse de sonra sizi sohbete dahil edecek ve yüzlerinde Mezopotamyalı olmanın nişanesi gibi duran dövmelerin hikayesini birinci ağızdan öğrenme şansınız olacak. Sonra siz de sessizce dalacaksınız önünüzdeki Mezopotamya manzarasına. Mardin’de deniz yok belki ama serap görmek için de bir engel yok önünüzde uçsuz bucaksız uzanan ovaya baktıkça. Evet, böyle anlatınca belki tuhaf gelecek ama inanın bana Piyer Loti’den ya da bir başka tepesinden seyre daldığınız İstanbul’un verdiği keyifle yarışacak bir his bu, hele bir de serde hayalperestlik varsa. Bir deniz çocuğu, denizsiz şehirlerde en çok denizi özleyen biriyseniz bile Mardin’de denizi özlemeyeceksiniz.
Akşam olduğunda ancak fark edeceksiniz ayaklarınıza inen kara suları. Eğer bir sokaktan diğerine koştururken, gelmeden önce kulağınıza fısıldanmış olan bir klasiği gerçekleştirip kebapçı Ramo Dayı’ya uğramayı akıl etmediyseniz acıkmış olmalısınız. Ama kendinizi şanslı sayabilirsiniz çünkü Mardin’in sürprizleri henüz bitmedi sevgili okur. Sıkı durun, çünkü krallara layık bir sofra sizi bekliyor doğru adresi ıskalamazsanız.
Mardin mutfağıyla tanışma vakti. Evet çok şanslısınız çünkü bu masal diyarında restore edilmiş, Ermeni taş işçiliğinin enfes örneklerinden biri olan taş bir konak var bu mutfağı yaşatmaya yemin etmiş olan. Güneydoğu mutfağı zaten malumunuz olmalı. İşte bu tanıdık lezzetlerin tarçın, kişniş, mahlep, safran, zencefil, yenibahar gibi onlarcasıyla baharat ve kurutulmuş erik benzeri birtakım fantezi unsurlarıyla taçlandırılmış halini canlandırın gözünüzde ya da daha iyisi damağınızda. Sizi bekleyen bu… Önce mezelerin resmigeçidi olacak: Tebbuli, tebbel, muammara, sembusek, kiremfum, megbus ve ismi daha tanıdık olan diğerleri. Sonra da mecaliniz kalırsa ana yemekler: Ekşili erik yahnisi olan Alluciye, pekmezli erik tavası olan Incasiye, Süryanilerin içli köftesi Kitel Raha ya da nam-ı diğer İrok, ekşili nohut yemeği olan Hımmısiye, Kaburga dolması, kuzu budundan Dobo ve dahası. Lokantada değil de misafirliğe gitmişsiniz gibi özenle ağırlanacaksınız. Ve tabi söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama ufukta Suriye’nin ışıklarıyla bezeli mezopotamya manzarası yine müessesenin ikramı. Mevsim uygunsa mutlaka terasa konuşlanmalısınız. Şehirleri için “gündüz seyirlik, gece gerdanlık” derler Mardinliler. Arkanızda taş evleriyle Mardin, önünüzde ayaklarınıza kadar uzanan, ufuktaki ışıklarla mehtaplı bir deniz gibi Mezopotamya ve üzerinizde parlayan yıldızlar…
Ömrünüz boyunca göreceğiniz en büyük yıldızlarla karşılayacak Mardin’de gece sizi. Kendinizi küçücük ve çok hafif hissedeceksiniz. Dedim ya başka bir dünya burası. Bir de bakmışsınız dilinize bir şarkı takılmış. Evet, burası gibi olmalı gideceğiniz memleket; denizi, evet denizi ayrı deniz, havası ayrı hava…
Günün birinde yolunuz Mardin’e düşerse, sırf bu yüzden bir kere bile olsa mutlaka gecelemelisiniz. Nerede kalacağınızı da çok dert etmeyin. Son dönemde sayıları hızla artan, eski taş evlerin ve konakların restore edilip otele dönüştürülmesiyle ziyaretçilerine kaliteli hizmet sunan çok sayıda butik otel bulmanız mümkün eski şehirde.
Ertesi sabah büyük ihtimalle kalmak için seçtiğiniz eski taş konağın sabah serinliğiyle, çok dingin bir sabahta, bir bebek gibi uyanacaksınız güne. Tekrar yollara düşmek için sabırsızlanacaksınız. Ama sizi uyarmalıyım Mardin’e gelip ıskalamamanız gereken, gezilip görülecek yerlere henüz gitmediniz. Daha Midyat var ziyaretinizi bekleyen ve bir başka gezi yazısının adresi olacak Hasankeyf de cabası.
Binlerce yıllık tarihi kalıntılarla içiçe girmiş ıssız mezraları, köy evlerinin altındaki Roma mahzenleri, kiliseleri, manastırları, camileri, kaleleri ve taş evleriyle sadece Türkiye’nin değil belki de dünyanın en ilginç ve çarpıcı yörelerinden birindesiniz. Unutmayın burası Venedik ve Kudüs’le birlikte dünyadaki üç açık kent müzesinden biri.
Nereden başlayacağınız size kalmış ama ben başlıca adresleri vermeliyim. Eğer tarihe ve sosyolojiye meraklı biriyseniz Kasımiye Medresesi, Deyrulzafaran Manastırı, Mardin Kalesi ve Dara Harabeleri’ni es geçmemelisiniz. Deyrulzafaran Manastırı Mardin’in beş kilometre kadar doğusunda Mezopotamya’ya bakan yamaçlarda yer alan ve bir kısmı milattan önce inşa edilmiş çok önemli ve çok da heybetli bir yapı. Bu mekanda tarih boyunca pek çok rahip, şair, filozof ve metropolitin yetişmiş olduğunu ve bu metropolitliğin 1932’ye kadar Süryani Ortodoksların ruhani liderliğini yaptığını da belirtmeliyim. Manastırın altında bir de 4500 yıllık olduğu söylenen güneş tapınağı var tavanında harç malzemesi kullanılmadan yerleştirilmiş bir kilit taşı barındıran. Beşinci yüzyılda inşa edilen ana binanın harcında yörede yetişen safran çiçeklerinin kullanıldığı rivayet ediliyor ve binanın Mardin’e has sarı rengini biraz aşan parlaklığı buradan geliyor. 600 yıla yakın Süryanilerin yani İsa’ya ilk inanan Hristiyanların merkezi olan Deyrulzafaran’ın üç tarafı dağlarla çevrili. Etraftaki dağlarda üçüncü yüzyıla tarihlenen Mor İzozoel, Mor Yakup ve Meryem Ana Manastırları var. İnzivaların, konuk yatakhanelerinin, mezarların, okul ve kiliselerin olduğu bölümlerin korunmuş olması herkes için gerçek bir hazine. Her ışık, her karanlık, her taş, her avlu, her duvar baş döndürücü zengin bir geçmişi anlatacak size ve geçmiş zamanların büyüleyici hikayelerinde kaybolacaksınız.
Sonrasında nerelerde vakit geçirirsiniz, gümüş telkariler ve Mor Gabriel Manastırı’nı görmek için mesela Midyat’a mı gidersiniz bilemiyorum ama gün batımını Kasımiye Medresesi’nde geçirmeli ve Mardin’in deniz gibi ovalarına bir de o tepeden bakmalısınız. Kasımiye Medresesi’nin hayat havuzunu seyre dalmalı, bu çokkültürlü şehrin ve ruhani aydınlığın tadını çıkarmalısınız.Nereden gittiğinizin önemi yok. Bir an için gidince dönecek başka şehir yokmuş gibi hissedeceksiniz bu derinlikli coğrafyada. En zoru buradan ayrılmak olacak. Evinize ve gündelik rutininize döneceksiniz muhakkak ama ruhunuz orada kalacak. Eşe dosta neler yaşadığınızı, neler hissettiğinizi anlatmaya kalkışacak ama hep bir şeylerin eksik kaldığını fark edeceksiniz. Sonra imdadınıza biraz olsun çektiğiniz fotoğraflar ve fotoğraflardakilerin hikayeleri yetişecek. Benim gibi…
Ve sonra günlerden bir gün haber bültenlerini izlerken aklınızdan şu geçecek: “Belki bütün dünyayı değil ama Türkiye’yi Mardinleştirmek lazım”.