Belki de yok öyle bir yer, biz rüya gördük belki de…
Büyürken masalları da uykulara karışıyor insanın. Uykularında masal diyarlarını görememeye alışıyor herkes büyüdükçe. Zaten günümüzde ayaklarının dibinde kuğularla, olduğunuz her yere buram buram çikolata tadı estiren kokularla, nehir kenarında sanki bin yaşında gibi bilge duran ama epey genç gösteren komşularla kim yaşıyor ki?
Evden çıkıp nehre doğru yürürken dev gibi kara bir atın saçlarını savura savura çektiği ihtişamlı bir at arabasıyla, peşinden bir tanesiyle daha, bir tanesiyle daha kim karşılaşıyor ki durup dururken. Kimin normali ki bunlar.
Bu manzaranın üstünden biraz da zaman geçince, emin olamıyor işte insan; öyle bir yer vardı ve biz gördük mü? Brugge, sanırım bu dünyada bir yer değil; Belçika civarında büyük ihtimalle bir beyaz delik var ve içine düşünce kendini 14. yüzyılda, Brugge’de buluyorsun.
Yeşilin bu tonu, boya kalemlerinde yok. Başı göğe ermiş ağaçların ortasından, sanki bir tabloya usta bir ressam tarafından çizilmiş gibi çok düzgün bir yoldan, tek katlı, bahçeli, pencere önleri çiçeklerle süslü evlerin önünden geçiyorsun bu Orta Çağ kentine girerken. Reie Nehri, Brugge’ü sardığı kollarıyla seni de sarıyor.
Daha kente girer girmez insanın aklı, geldiği yerdeki bütün gerilimleri, telaşları kutuya koyup bir kuytuya kaldırıyor. Nasıl oluyor da içine daha o an sonsuz bir huzur ve sakinlik yerleşiyor anlamıyorsun bile. Büyücülerin işi olsa gerek; zaten cadılığın da Haçlı Seferleri sırasında yalnız kalan kadın ve çocuklar için 1245 yılında bir kontes tarafından Beginjhof’ta yaptırılan mahalledeki bu evlerde başladığına inanılıyor. 2. Dünya Savaşı’nda Brugge’ün bombalanmaması ve Orta Çağ’dan kalan mimarisinin zarar görmemesi de belki cadıların işi.
‘Köprüler’ anlamına geliyor adı; kanalların üzerindeki köprülerde hoplaya zıplaya çocukluk günlerinden kalma bir neşeye akıyor insan. Hayatına artık burada devam etmek, her gün yeniden âşık olmak, Arnavut kaldırımlı sokaklarda kendinle yeniden tanışmak istiyorsun. O sokaklarda pek çok butik otel de var. Brugge’ün otelleri de evleri kadar güzel. Zincir otellerden bazıları burada da var elbette.
Etrafta gördüğün herkes cana yakın, herkes güler yüzlü ve sanki herkes gerçek olmayan bu kentin senin rüyana ait gizemli kişileri gibi. Bu kadar sakin, huzurlu, romantik bir masal şehrinde neden karşıma her yerde ayı ve aslanpençesi sembolleri çıkıyor şaşkınlığına düşersen diye söylüyorum; ayı, Hanedan Döneminin amblemi; aslanpençesi ise Fransız egemenliğine karşı olanların…
Kim bilir kimin biricik sevgilisiydi Peter, kim bilir hangi annenin biricik oğluydu Yan; onlar Markt Meydanı’nın orta yerinde Fransa’ya karşı kendi kentlerini korumak için savaşırken ölmüşler. Markt Meydanı’nda bir cafede oturup sanki oralıymış gibi, otelden değil de birkaç sokak ötedeki evinden çıkıp gelmiş gibi etrafa bakınarak kahveni içtiğin meydanda, 14. yüzyılda Fransızlara karşı savaşırken ölen bu Flaman kahramanlar Yan Redil ve Peter De Canning’in heykellerini de görüyorsun.
Evler o kadar güzel ki, kendine hemen bir aile kurup bu evlerden birinin içinde hayal ediyor aklın kendini. Kanallar boyunca gezerken o evlerin hikayelerini kendiliğinden yazıyor zihnin. Evlerin çatılarındaki deliklere takılıyor gözün.
Güvercinle haberleşme devrinden kalma bu küçük delikler sanki içine düştüğün o büyünün de yardımıyla seni içinden geçirip hatta kendinden geçirip yeni bir hayatın gerçekliğine düşürecek gibi geliyor. Bu delikler bazı evlerde diğerlerine göre daha büyük ve kırmızı; çünkü o evlerin sahipleri zengin, kuşları da pelikanmış; sahiden de…
Sahiden, ben buraya neden daha önce gelmedim. Hayatımı neden kalın bir iple kaba bir battaniye gibi örmek yerine neden küçük bir tığla bu kentin narin dantelleri gibi örmedim. Rahibe işi dediğimiz danteller Brugge’de her vitrinde karşına çıkıyor. Etrafta güler yüzlü rahibeler dolaşıyor. Burada herkes bisikletle dolaşıyor. Eli ayağına dolaşmadan yaşıyor burada insanlar.
Daha dün değil, az önce değil, şöyle bir dolaşmak için değil, sanki çok önce ve bütün kökleriyle gelmiş gibi çabuk alışıyor buraya insan. Öyle çabuk alışıyor ki, butik çikolata dükkanlarından elinde bir sürü poşetle çıkan turistler birazdan gidecek de sanki kendisi burada sonsuza dek kalacakmış gibi kaynaşıyor hemen.
Baktığın her yere, gördüğün her şeye sanki dünyaya yeni gelmiş gibi hayran oluyorsun. İçmeden sarhoş olmak böyle bir şey ama içmeden olmaz, Brugge’de beş yüzden fazla çeşit yerel bira var; bir bahar günü, akşamüzeri, Minnewater’da bir restoranın bahçesinde oturup biranı içerken, zaman denilen şeyin burada su kıvamında değil, birazdan çikolatalı bir keke dönüşecek leziz bir hamur gibi kulak memesi kıvamında olduğunu fark ediyorsun.
Epeyce kalacaksan belki tarihi bira fabrikalarını gezebilirsin ama turist gibi hissetmeyi başkalarına bırakıp kendini bu kente ait hissetmeyi seçersen, biranın yanına bir de beyaz şarapta marine edilip uzun uzun pişirilmiş bir tencere midye söylüyorsun.
Bihenhof Caddesi’ndeki Minnewater, Aşk Gölü diye biliniyor; aşık değilse de gözünün ilk gördüğüne aşık olası geliyor insanın o yerde.
Minnewater’in çevresinde pek çok restoran var ve hepsinde nefis deniz ürünleri sunuluyor. Ama biz Fonteinstraat’a arabayı bırakıp Mozarthuys’a gitmeyi tercih ediyoruz.
Restorana çevrilen bu tarihi evin bahçesinde bir masaya oturuyoruz. Daha oturur oturmaz biralarımız geliyor; oraya özel esmer bira, adı Zot. Nefis. Birayla, kremayla ve sade olarak pişirilmiş midye çeşitleri, patatesleri ve et yemeklerinin tadı uzun süre damağımızda kalıyor.
Langesraat’taki De Karmeliet’e de yiyebilirsin yemeğini. Madem bu Orta Çağ kentinde zengin ve soylu hayatın bir parçası oldun bir süreliğine, dünyanın en iyi restoranları listesinde çok üst sıralarda yer alan ve şefinin tam 3 tane Michelin yıldızı olan De Karmeliet’te bir ziyafet armağan edebilirsin kendine. Denizden gelen her şey nefis, peynirler harika ve elbette keklik de yemelisin ama her zaman bulunmayabiliyor.
Gittiği her yerde müze, kilise gezenlerdensen, 4 katlı çikolata müzesi ve Notre Dame’ın içindeki küçük bir şapelde, Michalangelo’nun 1504’te yirmili yaşlarındayken beyaz mermerden yaptığı Madonna heykeli ilgini çekebilir.
Michalangelo, yaşadığı sürece eserlerinin İtalya dışına çıkmasına asla izin vermezken ve babasına bu heykeli kimseye göstermemesini söylediği bir mektup bile yazmışken bu heykelin nasıl olup da Brugge’a gelebildiği şaşırtıcı tabii. “Ben alışveriş delisiyim, çikolata dantel beni kesmez” diyorsan Steenstraat’a gitmelisin; bu caddedeki butikler insanın aklını başından alıyor.
Akşam oluyor. Akşam saat 6’da iş bitiyor, bütün dükkanlar kapanıyor, işten çıkanların koşa koşa bir yerlere yetişmeye çalışmaması hali, kulağına hiç korna sesi gelmemesi, başka Avrupa kentlerindeki gibi yanık sesiyle bir itfaiye arabasının ya da ambulansın kulakları delmemesi hali garip geliyor.
Mutlu olmaya, hep iyi ve güzel şeyler düşünmeye, hava karardıkça yanan rengarenk ışıklarla ruhunu yıkamaya hevesi artarken, bu tertemiz, düzenli, şiir gibi kentin sokaklarında mis gibi havayla kendini tazeliyor insan.
Zaman yavaş aksa da durmuyor işte; Brugge’dan ayrılırken kendine söz veriyorsun; yine geleceğim ve bu defa daha uzun kalacağım diye.
Yazı: Emine Civanoğlu
Fotoğraflar: Özgür Çakır, İrem İlyas