Yeryüzündeki müzik ilahı
“İnsanlar sanatımın bana çok kolay bir biçimde geldiğini düşünerek büyük hata ediyorlar. Hiç kimse besteciliğe benim kadar zamanını ve düşüncelerini adamamıştır. Geçmişten şimdiye kadar yaşamış hiçbir büyük besteci olmasın ki, onun eserlerini defalarca kere çalışmış olmayayım.” Wolfgang Amadeus Mozart
Hayatta olduğu 35 yıl boyunca, 3 yaşındayken tanıştığı müzikten bir an bile kopmamış, 600’den fazla eserle müzik tarihine derin izler bırakmış bir dâhiydi Mozart… Takdir edilen, kıskanılan, her zaman en iyisi olan ve belki de bu yüzden nedeni hala tartışılan bir ölümle bu dünyadan ayrılan eşsiz bir müzisyendi. Onu keşfeden, dehasını fark edebilen kişi olmayı bir lanet kabul eden meslektaşı Antonio Salieri’nin dediği gibi onun 5 yaşından itibaren yapmaya başladığı her bestesinde “tanrıdan bir parça” vardı. Mozart’ın kullandığı her nota, ruhundan kâğıda düşen bir damlaydı. Hiçbir düzeltme yapma gereği duymadan ardı ardına yazdığı notaların ve ortaya çıkan mucizevî ahengin başka bir açıklaması da olamazdı. Bir müzisyen için Mozart’ın döneminde yaşamış olmak hayatın en büyük talihsizliğiydi. Türklerin tüm Avrupa’ya hâkim olduğu dönemde yaşayan ve Türklere büyük bir hayranlık duyan Mozart, hiçbir zaman gizlemediği bu hayranlığını eserlerine de yansıtmıştı.
“Ne üstün zekâ, ne hayal gücü ne de her ikisi beraber bir dâhi yapmaya yeter. Sevgi, sevgi, sevgi. İşte bu dehanın ta kendisidir.”
27 Ocak 1756’da, müzisyen bir ailenin çocuğu olarak Salzburg’da dünyaya gelen Mozart, 3 yaşında piyanonun başına oturmuş ve 5 yaşından itibaren besteler yapmaya başlamıştı. Kemancı ve besteci babasını okulu olarak görmüş; kendinden 5 yaş büyük olan yorumcu ablasıyla çalışma fırsatı bulmuştu. Onların bu uyumlu halini izleyen babaları, çocuklarının müziğe olan yeteneğini görmezden gelmeyerek, bu alanda eksiksiz bir eğitim almalarını sağladı. 1762 yılından itibaren babası ve ablasıyla birlikte yollara düşen Mozart, her an ortaya çıkan başka bir yeteneği ile gittikleri her yerde tanıştıkları insanları kendine hayran bırakıyordu. Kulağının hassasiyeti sayesinde bir kemanın notaların sekizde biri kadar akort düşürdüğünde bunu fark edebiliyor; çirkin sayılabilecek sesler duyduğunda tepki olarak fenalaşıp, baygınlık geçirebiliyordu. 1763 – 1766 yılları arasında gerçekleştirdiği ilk uzun turnesinde Münih, Frankfurt, Cologne, Paris, Brüksel, Augsburg ve Londra’ya gitti. Londra’da Bach, Manzuoli ve Abel ile çalışma fırsatı yakalayan Mozart’ın ailesi 1766 yılında Slazburg’a geri döndü. Mozart 1767 yılında ikinci kez Viyana’ya gitti ve 2 yıl sonra La Finita Semplice ile Bastien und Bastienne adında iki opera besteledi. Aynı yıl İtalya’ya giden Mozart burada da birçok hayran kazanmış ve Milano’da gösterilen operalarıyla büyük başarılara imza atmıştı. İlk opera eseri olan “Lucia Silla” Milano sahnelerinde gösterilerek takdir topladığında henüz 14 yaşındaydı. 1777 yılından itibaren babasının sağlık sorunları nedeniyle yolculuğuna onsuz devam etmek zorunda kalan Mozart bir yıl sonra Paris’e, daha sonra da döneminin en iyisi kabul edilen “Mannheim Orkestrası”nda yer almak üzere Mannheim’e geçti.
Gezi yılları boyunca pek çok ünlü müzisyenle tanıştı. Krallara, kraliçelere bestelerini dinletti. Dönemin ünlü düşünürlerine, yazarlarına, Goethe, Voltaire gibi isimlere “müziğin en büyük ustası” olduğunu kabul ettirdi. Papa tarafından, yalnızca en usta sanatçılara verilen “Altın Mahmuz Nişanı”na layık görüldü. Ancak ölünceye kadar çocuk ruhunu koruyan Mozart bunlarla ilgilenmiyordu. Bunun nedeni ise hem alçakgönüllülüğü hem de yaptığı işten aldığı zevkin, mutluluğun önüne hiçbir şeyin geçemiyor olmasıydı. O yalnızca içinden gelen yoğun duygulara, coşkusuna, mutluluğuna, hüznüne, acısına tanrı vergisi bir yeteneği katıyor ve bestelerini yapıyordu.
25 yaşına kadar aralıksız olarak sürdürdüğü gezi ve turnelerde defalarca hastalandı, bünyesi zayıf düştü ama bu durum ne verimsizliğe neden oldu ne de ona keyfinden, yaşama ve sanata olan bağlılığından bir şey kaybettirdi. Erken yaşta çıktığı bu yolculuklar nedeniyle okul hayatı hiç olmamıştı ama gittiği her ülkede kullanılan dilleri kısa süre içinde öğrenip, anadili gibi konuşmaya başlayacak kadar zeki oluşu bu açığı kapatmasında yardımcı oluyordu. Adı git gide daha çok kişi tarafından duyuluyor, dünya çapında bir üne kavuşuyordu. Yaşaması gereken yaşta tadına doyamadığı çocukluğunun peşini hayatı boyunca bırakmadı. Başına ne gelirse gelsin neşesi, her anını dolu dolu yaşamasını sağlayan coşkusu, yaşam sevinci de onu hiç terk etmedi. Başkalarına göre küçük ve önemsiz olan mutluluklar onun için dünyaya bedel sayılabiliyordu. Ona göre hiçbir şey zor ya da imkânsız olamazdı ama içinden çıkamayacağı bir durum varmış gibi göründüğünde bile umudunu kaybetmek ona göre değildi. Yaşadığı onca maddi sıkıntıya rağmen bir gün bile şikâyet etmedi; her zaman ve her durumda yaptığı tek şey üretmeye devam etmek oldu.
Âşık olduğu kadınla babasının onaylamadığı bir evlilik yapan Mozart, hep gurur kaynağı olduğu, sonsuz bir sevgi ve saygıyla bağlı kaldığı babasını ilk kez bu evlilikle üzmüştü. 21 yaşında gittiği, para kazanmak için piyano dersleri verdiği Almanya’da evini kiraladığı müzisyen Weber’in kızına âşık olmuştu ve onunla evlenmeyi planlıyordu. Ancak bir süre sonra kendini tamamen sanatına, operalarına adayarak onu unuttu. Birkaç yıl sonra Weber ailesi ile Viyana’da yeniden karşılaştı ve bu kez Weber’in diğer kızı olan Constanze’ye âşık oldu. Mozart, babasının gerçek yüzünü gördüğü, müsrif, bencil, oğluna mutsuzluktan başka bir şey vermeyeceğine inandığı Constanze ile evlendi. Bu evlilikle birlikte belki de hayatının en verimli dönemine girmiş; bir anda her türde eşi benzeri olmayan eserler vermeye başlamıştı.
Le Nozze di Figaro, Don Giovanni, Cosi Fan Tutte, The Magic Flute bu dönemde yazdığı operalar oldu. Yine evlendiği dönemde yazdığı, Türklere olan hayranlığının meyvesi kabul edilen “Saraydan Kız Kaçırma” operası, Topkapı Sarayı’nda geçen bir aşk hikâyesini konu alıyordu. “Zaide” adındaki iki perdelik opera eserine 1780 yılında başladı. Tamamlanamayan bu eserin ilhamı bazı kaynaklara göre âşık olduğu “Zaide” adında bir Türk kızıydı. Türklerin tüm Avrupa’ya hâkim olduğu bu dönemde bir de Türk Marşı besteleyen Mozart’ın bu eserinde dinleyip hayran kaldığı Mehter Marşı’ndan esinlenmişti. Mozart her eserinde biraz daha yükseliyor, şöhreti ve kazancı gün geçtikçe artıyordu. Ancak eline geçen yüksek miktarda paraları tutmak aklına bile gelmiyor, eşi ile birlikte düşüncesizce harcamalar yapıyorlardı.
Zaman içinde hiçbir zaman düzelmeyen bir maddi sıkıntıyla karşı karşıya kalmış; her gün biraz daha kötüleşen durumları, Mozart’ı babası gibi saray müzisyeni olmakla yetinmek zorunda bırakmıştı. Mozart için bu bir sorun değildi ama dünya çapında kabul edilmiş ve dehası önünde saygıyla eğilen insanların gözünde bu durum, onun “harcanması” anlamına geliyordu. Viyana Sarayı’nın müzisyeni olan ve Mozart’la aynı dönemi paylaşan usta müzisyen Antonio Salieri, onu deli gibi kıskanmasına rağmen bu haline üzülüyor, her şeyden önce müziğin bu kutsanmış yeteneği kaybetmemesi gerektiğine inanıyordu. Onun döneminde yaşamayı bir lanet kabul eden Salieri, müziğe çocuk yaşta gönül vermiş biriydi ve en büyük duası büyüleyici müzikler besteleyebilmekti. Ancak kendinin tarif bile edemediği besteleri yapan bir kişi vardı: Mozart. Salieri’nin Mozart’a olan hayranlık ve nefreti aynı anda, onun bu üstün yeteneğini keşfettiğinde başlamıştı. Bu dehayı görebilmek bir lanet olmalıydı; onunla aynı dönemde yaşayan bir müzisyen olmak ise bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket…
Ölümün ağırlığını üzerinde hissetmeye başlayan ve bunu sürekli dile getiren Mozart, bir gün kapısına gelen gizemli yabancının ondan istediği “Ölüm Marşı”nı da bu dönemde bestelemeye başladı. Ölümünden sonra karısının görevlendirdiği bir öğrencisi tarafından tamamlanacak olan Requiem” isimli bu besteyi yarım bırakarak 5 Aralık 1791 yılında Viyana’da hayata veda etti. Bu ölüm her zaman gizemini korudu çünkü gizemli yabancının kim olduğu ve Mozart’ın sanatsal varlığına hayranlık duyarken, fiziksel varlığına karşı şeytani bir nefret besleyen Salieri, tüm şüpheleri üzerine çekmişti. Salieri, kendinden “Ölüm Marşı” bestelemesini isteyen kişinin Azrail olduğuna inanan Mozart’ın ölümünden sonra aklını yitirdi ve son nefesine kadar kendini suçladı.
Mozart, yeteneği ve başarılarıyla çelişkili bir şekilde, sefalet içinde öldü. 6 kişilik bir cenaze töreniyle kimsesizler mezarlığına gömüldü. Bugün gerçek mezarının yeri bile bilinmiyor. Onun anısına Viyana’da boş bir mezar üzerine bir anıt dikildi ve bu anıt Mozart’ın mezarı olarak kabul edildi. Klasik müziğin ilk örneklerini sunan, kendine has tarzıyla Barok dönemini harmanlayarak müziğe bambaşka bir anlam katan Mozart birçok senfoni, solo konçerto, opera, yaylı çalgı ve piyano sonatları yazdı. Yaşadığı acıları, hastalıkları, oradan oraya savrulurken çektiği sıkıntıları müziğine sonsuz bir coşku ve neşe olarak yansıtmayı başardı. Ölümünden yüzyıllar sonra çekilen, Mozart’ın hayatının Antonio Salieri’nin gözünden aktarıldığı “Amadeus” filmi 80’lerin en popüler filmlerinden biri oldu. Gerçek hayattaki Salieri ve Mozart çekişmesinin beyazperdede Tom Hulce’nin F. Murray Abraham’ın oyunculuklarıyla anlatıldığı film 8 dalda Oscar ödülüne layık görüldü.
Kendinden sonraki bestecilerin, müziğe gönül verenlerin ilham kaynağı, yol göstericisi ve idolü oldu Mozart… Çocuk ruhunun masumiyetini notalarıyla paylaştı, hayatı boyunca yüreğinde taşıdığı umut ve yaşam sevincini tüm dünyaya melodileri aracılığıyla aktardı. Ondan geriye kalan eserlerin her biri, her kuşağın müzisyeni için ayrı bir keşif, eşi benzeri olmayan birer mücevher gibiydi. Mozart, bestelerinde tanrıdan bir parça taşıdığına inanılan, üstün yeteneklerle kutsanmış, müziğin hiç büyümeyen çocuğuydu.
Yazı: Ferhan Petek