Aşk yolundaki canlar

“Ben bir balığım, aşk ise daldığım bir derya. Aşktan gözlerim yaşlı olsa da, o derya gözyaşımı nereden bilir? Başımı o denizden çıkarayım desem; balığım ya, nefesim kesilir.” Hz. Mevlana

Ne canlar yandı aşk uğruna. Kavuşamayıp efsane olan nice aşıklar anlatıldı yüzyıllarca. “Mecnun gibi çöllere düşmek”, “Ferhat gibi dağları delmek”, “Kerem gibi yanmak” deyimlerinin baş kahramanları, maddeyi aşıp manaya ulaşanlar, aşk yolunda büyüyüp “bir” olanlar; kitaplara, filmlere hatta dizilere ilham verdiği gibi, bugün Türkiye’nin ilk aşk müzesi olma özelliği taşıyan Amasya’daki “Ferhat ile Şirin Aşıklar Müzesi”ne de ilham verdi. Ferhat ile Şirin’in hikâyesinden yola çıkılarak, Ferhat’ın aşkı için Elma Dağı’nı delerek açtığı su kanalının civarına kurulan müze, yavuklu kültüründen Romeo ve Juliet’e, ilahi aşktan halk ozanlarına kadar her türlü aşkı ziyaretçileriyle buluşturuyor.

Amasya Aşıklar Müzesi

Açıldığı ilk günden itibaren yalnızca şehir içinden değil, şehir dışından hatta yurt dışından ziyaretçilerin akınına uğrayan müzede tarihteki büyük aşklar anlatılıyor. Şirin’ine kavuşmak için köye su getirmek üzere deldiği dağların eteklerinde kurulan müze, aynı zamanda iki sevdalının birlikte gömüldüğü söylenen ve aşıklar adına temsili bir mezar yapılan yerde. Her bahar mezar başında, biri kırmızı biri beyaz iki gülün açtığına ve bu iki gül ne zaman birbirine kavuşmak üzere olsa aralarında bir dikenin büyüdüğü anlatılıyor. Onları temsil eden maddelerle de olsa iki aşığın dünya üzerinde hiçbir şekilde kavuşmayacaklarına işaret olduğuna inanılıyor. Hem bölgede “Ferhat Su Kanalı” olarak bilinen yerin koruma altına alınmasına, hem de aşkın her halinin 8 ayrı bölümle gözler önüne serildiği müzede her bölüm ayrı bir müziğe ve kokuya sahip.

Her bölümde rölyefler, 3 boyutlu maketler, objeler, resimler yer alıyor. 5 duyuya hitap ederek, insanın hem bilgi sahibi olup hem efsane aşkların cazibesine kapılabildiği büyülü bir atmosfer yaratılan müze, ayrıca 14 Şubat Sevgililer Günü için de özel bir program hazırlığında. Aşıklar şehri olarak da anılan Amasya’da açılan aşk müzesi, 2 ay gibi kısa bir süre içinde yaklaşık beş bin ziyaretçi ağırladı. Amasya’nın kendi topraklarından doğup dillere destan olan aşk hikâyesinden yola çıkarak, dünya çapındaki efsane aşkları da kapsayan; aşkın her türünü yaşatan bu müzenin henüz bir eşi ya da benzeri yok. Kaynağında “Vahdet-i Vücut” inanışı olanların yüzlerini dünyevi aşklardan kendine çeviren ilahi aşk; Türkiye’nin ilk aşk müzesi “Amasya Aşıklar Müzesi”nde tasavvuf öğeleriyle birlikte canlandırılıyor.

Müzenin, içinde yaşatılan efsane aşklar ve aşk kavramı dışında bir özelliği de ‘Amasya Belediyesi Nikah Dairesi’nde evlenme talebinde bulunan çiftlerin eğer isterlerse, nikahlarını burada kıyabilecek olmaları. Amaçlarından biri efsane aşkları yaşatmak olan müzenin kendi de, ilgi çekici içeriği ve kendine has özellikleri ile yakın zamanda efsane olacağa benziyor. Anlatıldığı ya da yaşandığı dönemlerden asırlar sonra bile canlılığını koruyan, günümüze kadar ulaşıp kahramanlarının yüreklerimize dokunduğunu hissettiren hikâyelere; Türkiye’nin ilk ve tek aşk müzesine ve daha nice aşk yolundaki canlara ilham olan aşk… Kendini aşkına adamış, maddenin hüküm sürdüğü dünyada değil, mananın hak ettiği değeri gördüğü diğer dünyada kavuşan aşıklar; kendinden sonrakilere aşkın ne olduğunu, nasıl yaşanması gerektiğini ne de güzel anlatıyorlar.

Amasya Aşıklar Müzesi

“Ben yürürüm yana yana. Aşk boyadı beni kana. Ne akilim ne divane. Gel gör beni aşk n’eyledi.” Yunus Emre

Aşk dediğin; dağları delen, çöllere düşen, yanıp tutuşan, hak yolunda doğrusunu bulan aşıklara kucak açan derin bir derya… Belki aşkın kendi başlı başına bir efsane… Belki de aşık olunanda değil, aşık olabilende marifet. Aşk maddeden ayrılınca, ölümsüz olması da şaşırtmıyor insanı aslında. Aşığın maşuğunu içinde araması ve bulmasıyla çöllere düşmesinin anlatıldığı bir kavuşamama hikâyesi olan Leyla ile Mecnun’da olduğu gibi. Sonunda seven ve sevilenin “bir” olup cennette buluştuğu hazin bir aşk hikâyesi Leyla ile Mecnun. Sevdiğini kendinden başka bir yerde aramaması gerektiği gerçeğine ulaşan Mecnun ile sevdiğinin ulaştığı mertebeye saygı duyup kalbine gömdüğü aşkıyla ölüme giden Leyla’nın, herkesin bildiği hikâyesi…

Arap, İran ve Türk edebiyatında önemli bir yere sahip bu efsanenin birçok işlenişi var. Ancak en bilineni 16. yüzyılda Fuzuli’nin 3036 beyitten oluşan mesnevisi. Efsanenin kahramanlarının Arabistan’da yaşayan gerçek kişiler olduğuna inan da var, ilahi aşkı anlatan en güzel hayal ürünü olduğunu düşünen de. Herkesçe bilinen asıl hikâyesine göre her şey, asıl adı Kays olan, bir kabile reisinin oğlu Mecnun’un, bir gün okulda başka bir kabile reisinin kızı Leyla ile karşılaşmasıyla başlar. Her an biraz daha büyüyen aşk, Leyla’nın ailesinin kulağına gider ve görüşmelerini engellemek için Leyla okuldan alınır. Kays, Leyla’yı bir daha göremeyeceğini anlayınca kederden çılgına döner ve “Mecnun” olup kendini çöllere vurur. Artık, o “Leyla”sını kendi çölünde ararken, kendi içinde bulmuş bir Mecnun’dur.

Mecnun’un babası ise oğlunu kurtarmak için Leyla’yı ailesinden ister ama Kays’ın deli olduğunu düşünen aile kızlarını vermek istemezler. Leyla bunun üzerine evden kaçıp çölde sevdiğini aramaya başlar. Bulur, ancak bulduğu Kays değil, ilahi aşkla maddeden ayrılmayı başarmış bir Mecnun’dur ve Leyla’yı tanımaz. Onun “Leyla”sı artık kendi içindedir. Oğlu için endişelenen baba, Mecnun’u iyileşmesi ümidiyle Kabe’ye götürür. Mecnun burada Allah’a yakarır ve “Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni. Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni.” duasını eder. Bu dua, onun aşkını çoğaltır. Leyla ise ailesi tarafından istemediği halde evlendirildiği adamdan bir bahane ile uzaklaşmayı başarmış, kendini son nefesine dek Mecnun’un aşkına adamıştır.

Mecnun’un bir arkadaşı aracılığı ile iki aşık mektuplaşırlar ancak anlaşamamaları üzerine Leyla her şeyi göze alıp Mecnun’un çölüne gider. Mecnun’un ona söylediği “Leyla benim içimdedir, sen kimsin?” sözleri üzerine, Leyla artık bu hayatta kalmak için bir sebep bulamaz ve ölmek için dualar eder. Duaları kabul olan Leyla’nın ölüm haberini alan Mecnun, maşuğunun mezarı başında son nefesiyle “Ya Rab, manâ cism-ü can gerekmez. Cânânsuz cihân gerekmez.” der. Artık Leyla ile Mecnun, rüyalarda buluşan, aşkları dillere destan olup nesiller boyu anlatılan bir aşk masalının unutulmaz kahramanlarıdır. Onlar aşklarını dünya heveslerine feda etmek yerine, bedenen kavuşamayan ama ruhları “bir” olan iki aşıktı. Belki söylendiği gibi yalnızca “kavuşamadıkları” için efsane olan; belki de aşkın gerçek anlamını bulan iki aşık.

Amasya Aşıklar Müzesi

“Aşk; sandığın kadar değil, yandığın kadardır.” Mevlana

Her inanışta, her toplumda var olan aşk, dillerden dile aktarılan hikâyelerle canlı tutularak; hayal gücüne hitap eden detaylar, yürekleri yakan acılarla süslenip yüceltiliyor. Aşk uğruna her zorluğa katlanmak, gerçek aşıkların maddesel dünyada değil, diğer dünyada kavuşması, aşk efsanelerinin ortak noktası gibi. İlk anlatanı bilinmeyip anonim olarak kabul edilen, kulaktan kulağa geçen bir başka efsane de, Kerem ile Aslı’nın aşk ile nasıl yanıp kül olduklarının zamanla zamansızlaşan hikâyesi… Gerçek ismi “Mirza Bey” olan bir halk ozanı Kerem ile asıl adı Kara Sultan olan Ermeni bir keşişin kızı Aslı arasındaki aşk zamanla, zamanı olmayan bir efsaneye dönüştü. Yaşlı bir padişahın oğlu Kerem ile padişahın sağ kolu olan keşişin güzeller güzeli kızı Aslı birbirlerine deliler gibi aşık olmuştu. Ayrı dinlerin, ayrı kültürlerin insanları oluşu yüzünden ailelerin bu aşka karşı çıkmasıyla bir türlü kavuşamadılar. Kerem “âşık” olup, aşkına sazını ortak etti, diyar diyar gezerek “Aslı”sını aradı.

Birkaç kez kavuşsalar da, Aslı’nın babası her seferinde aralarına girdi ve kızını uzaklara kaçırdı. Her şeye rağmen birbirlerinden hiç vazgeçmediler ve en sonunda yeniden bir araya gelip evlendiler. Evlendikleri gece Kerem, keşişin Aslı’ya giydirdiği büyülü gömleğin çözülmeyen düğmeleri karşısında derin bir “ah” çekti. Kerem’in yürek yangınının alevleri bu ah ile ağzından çıktı ve tüm bedenini sararak onu bir anda kül etti. Aslı ise sevdiğinin başında ağlarken, alevlerden nasibini alan saçları tutuştu ve iki aşığın külleri birbirine karıştı. Bu dünyada kavuşamayan bedenlerinin külleri, onları diğer dünyada birleştirdi. Kerem ile Aslı’nın yüzyıllardır özü aynı kalan ama farklı şekillerde anlatılan hikâyelerinde birçok detay da gizli. Aşkının ateşiyle yanıp kül olan Kerem’in, aynı zamanda halk ozanlarının en iyi örneklerinden biri olması gibi.

Amasya Aşıklar Müzesi

“Güzelliğin on para etmez, Bu bendeki aşk olmasa.” Aşık Veysel

Kopuzuyla boy boylayıp soy soylamasıyla bilinen “Dede Korkut”un piri kabul edildiği halk ozanlığı diğer adıyla “âşık” geleneğinin kökeni Orta Asya’ya ve Şamanizm’e dayanıyor. Bulundukları toplumun, dönemin, düzenin durumunu anlatan; tarihe sazıyla not düşen âşıklar arasında en bilinenleri, Âşık Veysel, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Âşık Mahzuni Şerif bulunuyor. Önceleri, kendilerini ilahi aşka adamış tasavvuf şairleri için kullanılan “âşık” kavramı daha sonra saz çalan bütün şairler için kullanılmaya başladı. Tamamen doğaçlama olarak, gördüklerini, yaşadıklarını, o an içlerinden geldiği şekilde şiire döküp bir yandan sazlarıyla eşlik eden âşıklar, Anadolu’ya mâl olmuş gözde bir kültürün en önemli öğesi. Bugün etkin olarak yaşatıldığı söylenemese de, tarih boyunca bozulmayan bu gelenek, yakın geçmişte de hep hayatımızda oldu. Şimdi ise Anadolu’da “çeşme başı aşıkları”yla bilinen “yavuklu kültürü” ile birlikte Amasya’da açılan “Ferhat ile Şirin Aşıklar Müzesi”nde yaşatılıyor.

Müzenin adına ve içeriğine ilham veren aşk öyküsü, “aşığa engel olmadığı”nın ifadesi olarak yüzyıllardır anlatılıyor. Hikâyeye göre nakkaşlık yapan Ferhat, Sultan Mehmene Banu’nun kız kardeşi Şirin için yaptırdığı sarayda çalışırken; Şirin’i görür ve ilk gördüğü yer de deliler gibi aşık olur. Şirin de ona sevdalanır ancak aralarında bir engel vardır. Mehmene Sultan, Şirin’i Ferhat’a vermemeye kararlıdır ama bunu direk söylemek yerine, Ferhat’tan imkânsız olduğunu düşündüğü bir şeyi yapmasını ister: Elma Dağı’nı delip, köye su getirmek. Ferhat, karşılığında ne istenmiş olursa olsun, “Şirin”ine kavuşmak için bir umut ışığı bulmuş olmanın sevinciyle bir an bile düşünmeden düşer yollara. Dağı deler, su yolunu açar, görevini tamamlar ama köye dönüp Şirin ile kavuşmadan önce yalan bir haber duyar. Şirin ölmüştür.

Mehmene Banu’nun Şirin’i vermek zorunda kalacağını anlamasıyla kurduğu bu tuzağa düşen Ferhat, haberi alır almaz dağı deldiği külüngünü havaya fırlatır, külünk düşerken başına isabet edince oracıkta can verir. Acı haberi alan Şirin Ferhat’ın yanına gider ve onun öldüğü yerde kendini kayalıklardan aşağı bırakır. Ama bu ayrılıklarının değil, bu dünyadaki engelleri aşıp öteki dünyada kavuştukları anlamına gelir. Çünkü bu efsaneyi anlatan da dinleyen de bilir ki; gerçek aşıklar asla ayrılmaz ve gerçek aşkın önünde hiçbir engel duramaz. Bütün aşk hikâyeleri, efsane olmuş aşıkların nesilden nesile anlatılıyor olmalarının sebebi biraz da budur belki. Ortak noktaları gerçek bir kavuşma olan aşk efsanelerinden biri de yine Amasya Aşıklar Müzesi’nde bir köşesi olan Romeo ve Juliet’in ayrı dünyalara ait hikâyesi.

Tarihte geçen ve gerçek olduğu bilinen bir aşk da, eserleriyle ün salmış Mimar Sinan’ın, Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan’ın kızları Mihrimah Sultan’a duyduğu aşk. Mimar Sinan, kalbine gömdüğü aşkından aldığı ilhamla, ölümünden yıllar sonra bile gizemi çözülemeyen en gizemli, en muhteşem eserlerini ortaya koydu. Mihrimah Sultan’ın kendi adına yaptırdığı külliye ve camide Mimar Sinan, sultanının eşsiz güzelliğini yansıtırken, Mihrimah Sultan’ın adının içinde bulunan “güneş” ve “ay”ı da gizli aşkına ortak ettiği söyleniyor. Konuyla ilgili bir sürü tez öne sürüldü, belgeseller çekildi, kitaplar yazıldı.

Aynı zamanda bir matematik dehası olduğu bilinen Mimar Sinan, Mihrimah Sultan için yaptığı iki külliyenin içinde aşkının sırrını gizledi. Yılın yalnızca birkaç gününde, yapıların arka cephesinden güneş batarken diğerinden ay doğuyor olması bugün bile konuşulan ve tartışılan bir konu. Sır net olarak çözülemedi ama birçok insan, böylesine eşsiz eserler ortaya koyan Mimar Sinan’ın ilhamının, aşktan daha üstün bir kavramdan beslenemeyeceğine inandı. “Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım” diyen Sinan, Mihrimah’a bir gönderme mi yapıyordu?

Amasya Aşıklar Müzesi

“Hak ile oldum aşina, kalmadı gönlümde nesne. Pervaneyim ateşine, aşkına yanmaya geldim.” Pir Sultan Abdal

Yazılan, anlatılan, bilinen her aşkın yolu, aslında aşkların en büyüğü ve özü olan ilahi aşka çıkıyor. Hak yolunda “bir” olmaya. İnsanın içine dönerek, özündeki aşka kavuşabilmesi; dünyadaki sonsuz uykudan, vaktinden önce uyanması, bedeni bu dünyadayken maddeden uzaklaşıp, manaya varması… Yunus Emre’nin, Pir Sultan Abdal’ın, Mevlana Celaleddin Rumi’nin, Ahmet Yesevi’nin ve eksiğini kendi özünde arayan daha nice tasavvuf büyüğünün inandığı gibi. Dünyadayken tüm maddiyattan sıyrılıp, “bir dem aşksız kalmamak” için dua edenlerin yüce aşkı.

Tüm güzelliklerin, iyiliklerin kaynağını arayan; ilahi aşkın çilesine adanmış hayatlar, beşeri zevklerin çok ötesine geçerek, aşkın dünya ve Allah’ın birliği inancına teslim olup hakiki aşk için yaşarlar. Edebiyat felsefe gibi birçok alanda geçerliliğini koruyan ilahi aşk, ilahi olan yüce yaratıcı ile bütünleşmenin iki yolunu kabul eder: Bilgi ve sevgi… Bilim yolunda elle tutulur gözle görülür yaşanabilen deneyimler gerçekleşir ya da sevgi yolunda soyutlanan hisler ile “bir” olana ulaşılır. İlahi aşk, yoluna yüz çevirenlere göre tanrıya aşık olmak değil, onun aşkının gücünü fark etmeye ve kabullenmeye bağlıdır. Dünyada hiçbir madde ile bağı kalmamış, “O”ndaki aşkı özleyip bu uğurda yanmaktan başka derdi kalmamıştır aşığın. Yalnızca yaşar, hisseder; maddeyi aşıp, manaya varır. Anlatılıp tanımlar yapılacak değil, ancak yaşanabilecek bir aşktır ilahi aşk. Semazenlerin çileli yolculuklarında seve seve çektikleri cefadadır. “Bir” olmak ve “bir” olana ulaşmaktır.

Yazı: Ferhan Petek

Amasya Aşıklar Müzesi

Bu da ilginizi çekebilir
Kapalı
Başa dön tuşu