Bir garip aşk hali
Arayınca bulunmayan, acısız tadı çıkmayan; bazen karşılık bulamayan, bazen de tadına doyulamayan aşkın, bugüne dek ne tam olarak bir tanımı yapılabildi ne de tarifi… Aşk belki hayatın anlamı belki de başımızın en büyük derdi. Belki amansız bir hastalık belki de her derde deva bir şifa… Âh, minel aşk! Ne seninle ne de sensiz yaşanır bu dünya!
Hakkında ne söylense, ne yazılsa; hep az, hep eksik kalan aşk. Acıyla tatlanan, çirkinlikleri güzelleştiren bir yanılma hali kimine göre. Hayatın her yerinde bir parçası olan, insanların her hücrelerinde doya doya yaşamak, tadını çıkarmak yerine tarif etmeye çalıştıkları pembe bir mutluluk. Sadece bir insanın hayatını değil; devletlerin bile kaderini değiştiren aşk. İlk kez bir Arap şiirinde kullanıldıktan sonra, aşk hakkında söylenecek sözlerin tükendiğin her an haykırıldığı gibi: Âh minel aşk! Tek bir rengi olmayan, hayatın tüm renklerinden ve güzelliklerinden birer parça alıp kendinde toplayan aşk. Sanatların ilhamı, savaşların bahanesi… Karşılık bulamayanı şair, kavuşamayanları efsane eden aşk. Olgunlaştıran, çocuklaştıran, aptallaştıran, mantığın rahatını bozan aşk. Tarihi değiştiren, zamana silinmez izler bırakan aşk. Yalnızca dergi bursa’nın bu sayısının değil, bütün hayatın teması aşk…
İnsanı tüm masumiyeti, en savunmasız, en çaresiz haliyle yakalayan “ilk” aşkla başlayan ilk heyecan. Kiminin karşısına ilk gençlik yıllarında çıkar, kiminin de aşkı aramaktan en vazgeçtiği anda. Bazen ilk aşkın, aynı zamanda tek ve son olmasıyla anlam kazanır insanın hayatı. Bir ömür boyunca yalnızca tek bir kişi ve her gün biraz daha büyüyen tek bir aşk… Filmlerin, şiirlerin, kitapların verdiği ilhamla sarılırız ona. Çünkü aşk isterse, sıradan bir hayatın en büyük boşluğunu tek başına doldurabilir. Bazen yavaş yavaş, bazen bir anda “yıldırım” gibi düşer insanın hayatına. Aşkın anlatılabilecek değil ancak yaşanabilecek bir his olduğunu unutup bir sürü yorum yapmak ya da yaşamak yerine; modern zamanın hareketliliğine, günlük hayatın telaşlarına kapılıp, asıl ihtiyacımız olan duyguları arka plana atarak küstürdük onu belki de. Her denemeden sonra kocaman bir hayal kırıklığı ile kendimize geri dönüşümüz de bu yüzden olabilir.
Oysa aşkın hakkını vermek için, onu hiçbir karşılık beklemeden yaşamak gerek. Aşkla bağlanılan kişinin gerçekten mutlu olmasını istemek. O, mutluluğu başka biriyle bulsa da… Karşılığı, hem alınamayan hem de beklenmeyen tek kişilik bir aşk; karşılık bulsa, istese de alsa belki olduğu kadar büyük kalmayacak. Belki de karşılıksız aşk kurbanı olanlar, sevdikleri kadar sevilemeyeceklerinden değil; kavuşunca bu aşkın eskisi gibi olmayacağından, gücünü kaybedeceğinden korkuyorlardır kim bilir? Kimine göre imkânsızı da yoktur çünkü aşkın. İnsan aşık olabildiyse, sevebildiyse bir kere; seçtiği insanla bir ömür boyu yan yana olmasına gerek yok aşık kalabilmesi için. Tıpkı Tahir ile Zühre meselesindeki gibi. Ne demiş usta: “Tahir olmak da ayıp değil, Zühre olmak da. Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil. Bütün iş “Tahir ile Zühre” olabilmekte, yani yürekte.” Hem sen elmayı seviyorsun diye, elmanın da seni sevmesi şart mı?
Aşık Veysel’in “Seversin, kavuşamazsın; aşk olur” sözünü kanıtlar gibi, gerçek aşkı bulmuş ama kavuşamadığı için efsane olmuş insanlarla dolu tarih. Dillere destan olan aşk hikâyelerinin kahramanları Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Aslı ile Kerem ve daha niceleri kimine göre sadece insanları aşka inandırmak için uydurulmuş masallardan ibaret; kimine göre tamamen gerçek. İnanması zor ama hayal etmesi güzel hikâyelerin baş kahramanları onlar. Bugün ise önceden belirlenen mantık kuralları içine sıkıştırabileceği kahramanını arıyor herkes. Sığınacağı, hayatın zorluklarını ve güzelliklerini paylaşacağı ruh ikizini. Aşkın bir gereklilik mi yoksa sadece bir şekilde vazgeçemediğimiz bir alışkanlık mı olduğunu bilmeden yaşamak ne kadar anlamsızsa, aşk için bir tanım yapmaya çalışmak da o kadar anlamsız aslında. Kimi gerçek aşkı bulduğunda korkup kaçıyor; kimi hayatını aşka adıyor ve her şeye aşkla bakıyor. Aşkın acıyla olgunlaştığı veya sonsuz bir mutluluk hali olduğu fikirleri arasında sıkışmış kafası karışık insanlarla dolu dünya. Herkesin bir fikri var aşkın ne olduğu konusunda.
Aşk bir şımarma haliyse eğer, bu tanım; kısa süren ilişkileri açıklıyor olabilir. Hep arayış içinde olan ama ne aradığını bilmeden yola çıktığı için yarım kalan hayatlar… Birlikte olduğu kişiyi değiştirme çabaları, ilk heyecanların yerini alan geçimsizlikler ya da bir süre sonra iyice alışkanlığa dönüşen bir iletişimsizlik hali başlıyor. Birçok hayat, farkında olarak ya da olmayarak aşkı ararken ya da beklerken geçebiliyor. Ama aşk bulunduğunda ya fark edilmiyor, ya da harcanıp gidiyor. Değersiz hissettiğinde darılıp, arkasını dönüyor. Aşk elbette ilk akla getirdiği gibi, iki farklı cinsin arasındaki duygusal bağdan ibaret değil. Zaten böyle bir kısıtlama aşkın karakterine uygun değil.
Aşk tek başına bile o kadar çoktur ki, onu herhangi bir tanıma sığdırmanın mümkün olmaması gibi; birkaç tür ile kısıtlamak da mümkün olamıyor. Her şeye aşkla bakmak, aşkla görmek. İçinde aşk oldukça insanın eşine, dostuna, kardeşine, annesine, babasına da aşktan beslenen bir sevgiyle bağlanıyor. Hatta tuttuğu takıma bile… Aşkı hissettiği kadar anlam kazanıyor insanın aldığı nefesler. Aşık olabildiği kadar ayakta, aşkı doya doya yaşayabildiği kadar hayatta kalıyor insan. Acıyla büyüdüğü iddia edilse de, aşkın asıl getirdiği mutluluktur. Bilinenin aksine hiçbir engeli; yaşa, renge, boya, dile, dine bağlılığı da yoktur. Aşk öyle özgürdür ki, hayatına girdiği insanların, özgürlüğüne müdahale ettiğini hissederse bir anda kaçıverir çok uzaklara. Belki de bir daha hiç dönmemek üzere. Onu başka kavramlarla kıyaslamaktan vazgeçtiğimizde anlayacağız belki de asıl değerini. Tanrısal, maddeden kopup tamamen manaya dönük aşkın temsilcisi Yunus Emre’nin dediği gibi “bir” olmaktır aşk. Aklın eremediği, kalbin yetmediği bir sevgiyle maddeye arkasını dönüp, manaya bağlanarak “bir” olmak.
İsterse ince hastalıklara düşürüp erkenden öldürür, isterse ömürlere ömür katar. Katilinin evlilik olduğunu söyler birileri, heyecanının en fazla birkaç yıl sürebileceğinden bahsedilir. Oysa aşk, hoş tutarsanız bir ömür boyu sizinle kalabilecek iyi huylu bir misafir gibidir. Her an, geldiği gibi sessiz sakin bir şekilde hayatınızdan çıkabilecek ama eğer tepesi atarsa, giderken ardında büyük hasar bırakabilecek olan bir misafir. Ne demiş Mevlana: “Aşk, hükmetmez; terbiye eder.” Belki de tarihin en romantik adamlarından William Shakespeare’nin tespitindeki gibi “Aşk bir deliliktir” gerçekten. Ya da “Romantizm” akımı öncülerinden Victor Hugo, yüzyıllardır ısrarla yapılmaya çalışılan aşk tanımını, “Aşk, kainatın tek bir varlıktan ibaret kalması; tek bir varlığın genişleyip Tanrı’ya kadar erişmesidir.” diyerek çoktan yapmıştır bile.
Sözlüklerde “aşırı sevgi ve bağlılık duygusu” olarak tanımlanıyor; kimyasal açıklamaları yapılıyor. Bilim adamları aşık olunca daha hızlı çarpan kalpleri, içeride uçuşan kelebekleri, damarlarda her zamankinden daha büyük bir coşkuyla dolanan kanı, hormonlarla açıklamayı tercih ediyor. Aşkın bir hastalık gibi tanımlanması ve yalnızca kimyasal sebeplere bağlanması, gerçek romantikleri kızdırıyor. Çünkü aşka inanan insanlar, aşkın insanın diğer yarısını bulma çabasından ibaret olduğunu düşünüyor. Belki de dünyaya geliş nedenimiz, hayatın ömrümüzün sonuna dek aradığımız anlamı aşk. Bir imzanın yok edebileceği anlık bir telaş değil; ömür boyu, her gün biraz daha artan bir heyecanla bağlı olmak birine ya da bir şeye…