Bundan ötesi ne
CENK ÇALIŞIR / KAN YAĞMURU
“…..Sıcak dayanılmazdı. Bir an önce eve gitmek, buz gibi suyun altına girmek istiyordu. Arka balkon biraz olsun esiyor bile olabilirdi. Yanılmıyorsa dolapta bir de bira olacaktı. Maaşını yeni almış olmanın verdiği güven ve bu güvenin yarattığı şımarıkla ilk taksiye el kaldırdı. Beyaz gölgeler silinip gerçek renklerine boyandığında, Serpil yaptığı hatayı anladı. O taksiye hiç binmemeliydi. Pencereleri olmayan beyaz bir odadaydı. Çok beyaz! Duvarlar ve zemin, beyaz, kare fayanslarla kaplanmıştı. Alçak tavanlı bir odadaydı. Odanın ortasında metal ayaklı, uzun bir masa vardı.”
Daha ne kadar fazlasına, şiddetlisine, korkuncuna dayanabiliriz acının. İnsanların birbirini kestiği, sokak ortasında adamların akıl almaz bir soğukkanlılıkla kadınları doğradığı, eskiden karşımıza olsa olsa mahallenin delisi çıkacak diye tedirgin geçtiğimiz o karanlık sokaklarda şimdi kanla beslenen canilerin cirit attığı bir dünyaya daha ne kadar dayanabiliriz. Sevgilisini balta ile kesen ruhsuz katillerin evrenine dönüşen, cinayetlerin arasına reklam alınan bir dünyada yaşamayı ne kadar sindireceğiz içimize. Bütün bu olup bitenlerin normalleşmesinin bizi neye dönüştürdüğünü daha ne kadar görmezden geleceğiz. Bunlar soru değil. Bunlar korkunç birere yanıt aslında. Polisiye edebiyatın taze kanlarından Cenk Çalışır, dördüncü kitabı olan Kan Yağmuru’nda sanmayın ki bir hikaye anlatıyor. Bu kitap tam olarak okuru olaya dahil eden, okuru şahit yazan, okuru kanla ıslanmış zifiri bir sokakta köşeye sıkıştıran bir gerçeğin anlatısı.
Bir sabah, bir parkta, kendine yabancı birisi olarak, dün gece yaşadıklarının zerresini hatırlamayan birisi olarak, bacakların kesilmiş olarak, bunu sana kimin ve neden yaptığını bilmemenin ve anlamamanın çaresizliğiyle delirmek üzere olarak uyanabilirsin. Bu olabilir. İşin daha da çıldırtıcı yanı ise senin dışında herkes bu olanları televizyonda sıradan bir haber gibi, olağan bir durum gibi, bir dizi film gibi izleyebilir ve sen içine düştüğün kabusun zarını yırtıp çıkamayacak kadar güçsüz, yalnız olabilirsin.
“….. ‘Amirim her gün bir yerini kesiyorlar çocuğun. Daha ne kadar sürecek bu? Ne olur bir şeyler yapın!’ Emrah Polat bunca yıllık meslek hayatında, kendisini bu kadar çaresiz hissetmemişti. Bu davanın ilk gününden beri karanlık bir kuyuda düştüğünü hissediyordu. –Daha karanlık, daha soğuk, daha çaresiz bir derinliğe…- Kıyısından köşesinden çekip uzatılacak, peşinden gidilecek bir fikri bile yoktu. İki tane adam, İstanbul Emniyet Teşkilatının tamamını teyakkuz durumuna geçirmişti. Bütün gözler kendisi ve Aykut üzerine çevrilmişti ancak dosyada bir adım bile yol alamamışlardı.”
Kan Yağmuru, korkunç bir kitap. Korkunç olma halini tüyler ürpertici bir ustalıkla becermiş bir kitap. Korkuyu daha ilk sayfasından okurun içine salan, her sayfasında okuru daha büyük ve derin bir korkunun içine çeken bir kitap. Koca bir kentin her yerine işlemiş, günden güne daha fazla kana bulanmış bir korkunun, okurun dünyasında tiksindirici bir kan kokusuna dönüştüğü bu kitap, ‘daha az televizyon izle’, ‘televizyonda izlediklerinin seni neye dönüştürdüğünü bir an önce fark et’, ‘izleyici rekoru kırmak uğruna ne kanlar döküldüğünü anla’ diyor bize. Kısa korku filmleri yayımlayan Karga TV, bizimle aynı kafede vakit öldürdükten sonra sokağa çıkıp hiç çekinmeden insan öldürdüğü bir dünyanın temsili aslında. Kanlı durumlardan zevk alan, bütün seks fantezilerine düşünde de olsa kan bulaştıran İlker gibi kansızın ne kadar ileri gidebileceğini, en kanlı olayları çözebilmek için her şeyi yapsalar da aslında Başkomiser Emrah Polat ve Komiser Aykut Tekcan gibilerin bu kirli dünyayı temize çekmeye yetmeyeceğini bilelim istiyor bu kitap. Bir akşam evde uzanmış kanlı bir film izlerken, kendimize gelelim ve o filmin bir yerlerde belki de az önce yaşanmış olabileceğini görelim istiyor. Kan Yağmuru’nun en korutucu yanı da kitap boyunca oluk oluk akan kanın okurun üstüne de sıçrıyor olması. Cenk Çalışır’ın bu kadar inandırıcı olması bazen insanın sinirleriniz bozsa da bu elbette onun yazarlık başarısı.