Çok kültürlü sevgi sofrası Antakya
Tüm zamanların ve ilklerin şehri, sevgi ve hoşgörünün dile gelip vücut bulduğu barış kenti, defne diyarı Antioche. Antakya.
Kalabalık bir ailenin etrafında yerleştiği büyük bir sofra hayal edin. O sofrada Türk, Arap, Kürt, Fransız, Ermeni, Sünni, Alevi, Yahudi, Ortodoks, Katolik oğullar ve kızlar olsun. Ve ayrı milletlerin, dinlerin ve dillerin mensubu bu kardeşler yüzyıllardır birbirleriyle kavga etmeden geçinsin. Mesela sinagogun duvarını caminin cemaati onarsın, kiliselerinde Ramazan ayında iftar yemeği verilsin, imamın kurbanını kesmesine rahip yardım etsin, kimse bir diğerinin etnik kimliğini sorgulamasın ve bunun bir önemi de olmasın. Ana payda oralı, yani “Entekyeli” olmak olsun. Evet, ülkemizin güney sınırlarında böyle bir kent var. İslamiyetin ezanı, Yahudiliğin hazanı ve Hıristiyanlığın çanının asırlardır aynı anda dile geldiği Antakya, sevgiyi anlamak için adeta biçilmiş kaftan.
Önümüzdeki sayfaları doldurup taşacak olan onlarca güzergâh ilginizi hiç çekmese bile sırf bir öğün yemek yemek için bile gidip dönmeye değecek bir yerden bahsediyorum. Kimilerinizin hep aklından geçirip bir türlü fırsatını yaratamadığı için harekete geçmediği bir kaçamak olduğunun da farkındayım Antakya’nın. O halde hazır kışı da yolculamaya ramak kalmışken bahar aylarında bir hafta sonunu ayırarak rotayı güneye kırmamak için tek engeliniz sizsiniz. İstanbul’dan bir saati biraz aşan bir uçak seyahati sonrası Hatay Havaalanı ve gelirken de, giderken de “hoşgeldiniz”i dillerinden düşürmeyen bu kozmopolit kentin sıcakkanlı insanları sizi bekliyor. Çok kültürlü sevgi sofrası Antakya
Öylesine zengin bir geçmişi var ki Antakya’nın, iyisi mi biz MÖ. 300 yılının 22 Mayıs sabahına gidelim. Büyük İskender’in ölümünden sonra imparatorluğunun topraklarını paylaşan komutanlardan biri olan Seleucus, kenti kuracağı yere karar vermek için bir koyun kurban eder ve tanrılardan işaret bekler. Uçup gelen bir kartal kurbanı alıp, ovada bir yere iner ve babasının ismini vereceği şehir buraya kurulur. Böyle anlatılır Antakya’nın kuruluş öyküsü. Eski kaynaklara göre Roma İmparatorluğu’nun zirvede olduğu dönemlerde Antakya 300.000 bin kişiyi aşan nüfusuyla Roma ve İskenderiye’den sonra imparatorluğun ve dünyanın en gelişmiş ve zengin 3. büyük şehriydi.
Asi nehrinin suladığı geniş meyve bahçeleri ve şehrin iki tarafındaki aşılması güç surlarıyla hem zengin hem de ele geçirilmesi neredeyse imkânsız bir kentti. Sizleri tarih bilgisiyle boğmaya niyetli değilim ama eskinin görkemli metropoliti, bugünün mütevazı Anadolu şehrinin yüzyıllar boyu Haçlı seferleri dâhil bir dolu saldırıya maruz kaldığından, Konstantinopolis yani İstanbul’un yükselişi ile cazibesini yitirdiğinden ve üzerinde kurulu olduğu dünyanın en büyük fay hatlarından biri olan Kızıldeniz fay hattının ürettiği üç tanesi şehri dümdüz eden onlarca deprem sonrası defalarca yeniden inşa edildiğinden ve belki de on aylık bir süre dünyanın en kısa ömürlü devletlerinden biri olan Hatay Devleti’ne başkentlik yaptığından bahsetmeden bu faslı kapamamak lazım.
Asi Nehri’nin bereket saçtığı Amik Ovası’nda, Akdeniz’in Orta Doğu’ya geçiş noktasında kurulan Antakya’da Asi, kent yaşamının da başrolünde. “Ters akan nehir” olarak da bilinen Bekaa Vadisi çıkışlı bu Asi, dünyada Nil Nehri’yle birlikte kuzey yönünde akan iki nehirden biri. Suriye’deki baraj ve Amik Gölü’nün kurumasına neden olan bazı yanlış politikalar nedeniyle dengesi bozulmuş, kışın şiddetli akmaya ve yazın kurumaya başlamış olsa da şehrin atardamarı olmaya devam ediyor. Kıyısındaki çay bahçeleri ve gezi yolları yerel halkın nefes alma yeri olan Asi Nehri pratikte ise dar sokakları, avlulu az katlı evlerin oluşturduğu eski şehir ile çok katlı beton yığınlarına dönüşen yeni şehir arasındaki sınırı çiziyor. Modern (!) yerleşim nehrin batı yakasında gelişirken, doğu yakasındaki eski kent ise günümüzde halen değişime direniyor.
Kentte kozmopolit yapısı gereği birçok dil konuşulsa da Arapça’nın hâkimiyetini hissetmemek mümkün değil aslında. Hatta neredeyse herkesin Arapça bildiğinin varsayıldığını söylemek de mümkün. Türkçenin yanında Arapça gündelik yaşam dili ve hatta biraz da “Entekyece”. Türkçenin yanında Arapça yazan dükkân tabelaları ve Suriye plakalı araçlar kentin normali. Son olaylar ve mülteci akınından önce Antakyalılar sabah Suriye’ye gidip akşam dönecek kadar suyolu yapmışlar komşuyu. Aslında buralara kadar gelmişken aynı gezi programında Antakya’nın sınır ötesindeki kardeşi Halep’i de gezmeyi önerebilirdim yaşananlar olmasa. Çok kültürlü sevgi sofrası Antakya Çok kültürlü sevgi sofrası Antakya
Son dönemde eski konak ve fabrikaların restorasyonu ile turizme kazandırılan birkaç butik otel dâhil olmak üzere çok sayıda irili ufaklı, her bütçeye uygun otel bulmanız mümkün Antakya’da. Hatta “tanrı misafiri” anlayışının hala hâkim olmasını göz önünde bulundurursak kapısını çalacağınız herhangi bir ailenin de sizi misafir edeceğinden emin olsam da abartmaya gerek yok. Zevkinize ve bütçenize uygun bir otel seçtikten sonra yüklerinizden kurtulup kendinizi eski şehrin daracık yollarına vurma vaktidir. Çok kültürlü sevgi sofrası Antakya
Kurtuluş Caddesi’ni bulmak ve sonra da gözünüze kestirdiğiniz bir aradan eski şehre dalmak için acele edin. Keşfedecek çok şey var. Çoğu tek ya da iki katlı olan bu evlerin kapıları mesela… Hanımların kullandığı ayrı kapı tokmaklarının ve evde yaşayanlara dair işaretlerin peşine düşecek, her evin bu bol hikâyeli kapılarının açıldığı avlularında mutlaka limon ağacının olduğunu öğreneceksiniz. Şansınız varsa yağmur yağacak, daracık yolların ortasındaki su kanallarında yağmur suyu size eşlik edecek, belki sobaların dumanının kokusuyla çocukluğunuzdan birtakım sahneler gözünüzde canlanacak, labirentten farksız bu daracık sokaklarda vaktin nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. Sonra sokak isimleri gözünüze takılacak. İki farklı mezhebin kilisesinin aynı sokağa isim verdiğini, bunlardan birinin de bir cami ile aynı duvarı paylaştığını fark edeceksiniz.
Kadrajınıza portakal ağacı, cami minaresi ve kilise çan kulesini aynı anda oturtacaksınız. Kilisenin misafirhanesinin sorumlusu da olan Rahibe Barbara ile tanışacaksınız. Sizi götürdüğü mekânda duvarlarda her dilden “barış” yazılarını gördüğünüzde, her dinden ilahi ve şarkıları söyleyen melekler korosuyla tanıştığınızda ve burada her gün dünya barışı için beş dakika sessizlik duruşu olduğunu öğrendiğinizde insanlık için umutlanacaksınız. Bu ruh haliyle avlularına hoyratça dalıverdiğiniz insanlar size kızmak ya da garipsemek yerine “hoşgeldiniz” diyerek bir şeyler ikram etmeye kalkışacak istisnasız.
Garip olanın onlar mı yoksa sizin “büyükşehir insanı” alışkanlıklarınız mı olduğunu düşüneceksiniz. İnsanları tanıdıkça çok kısa bir süre sonra şehri de seveceksiniz. Depremlerin onlarca medeniyeti kardığı şehrin altında Suriye’ye dek uzanan gizli tüneller olduğuna dair şehir efsanelerini dinleyeceksiniz mutlaka birinden. Belki bir nişana ya da düğüne denk gelir de bir cümbüşe dâhil olursunuz kim bilir. Belki de şansınız varsa dünyanın en lezzetli fıstıklı sahlebini satan seyyar satıcıyla karşılaşırsınız. Aman görünüşüne bakıp aldanmayın ve mutlaka tadın. Tarif etmeye kalkışmayacağım. Hatta siz iyisi mi bu işi şansa bırakmayın ve sokaklarda dolaşırken bir hedefiniz olsun. Mutlaka o sahlebin tadına bakın.
Yeterince yorulduğunuza inanıyorsanız soluklanmak için çok özel bir yer önereceğim: Affan Kahvesi, nam-ı diğer İnci Kıraathanesi. Antakya’ya yolunuz düşüp de buraya uğramazsanız eksik kalır dersem abartmış sayılmam. Kurtuluş Caddesi üzerindeki mekân, 20.yy başında inşa edilen iki katlı taş binanın zemin katında ve neredeyse ilk günden bu yana aynı şekliyle muhafaza edilmiş durumda. “İçerdeki müdavimlerin bir kısmı da sanki ilk günden beri oradalarmış hissi veriyor” desem herhalde gözünüzde bir şeyler canlanmıştır. Dört kuşaktır mekânı işleten Sahilli ailesinin misafirperver tutumu ile bir Antakya klasiği olan mekânda namı çoktan şehrin sınırlarını aşmış ve mekânla özdeşleşmiş bir tatlı var: Haytalı. Aslında Arap Mutfağı’nın bir tatlı çeşidi olan bu gül suyu katkılı nişasta muhallebisi üzerinde dondurmayla servis ediliyor ve ben daha Antakya mutfağından bahsetmeden tatlılara geçtiğimin farkındayım. Üzerine bir de asmalarla kaplı arka bahçede küçük şadırvanın yanında Suvari ismini verdikleri cam bardaklarla kahve içtiyseniz tekrar yollara düşebiliriz.
Antakya’ya gidip Uzun Çarşı’da gezmemek olmaz. Geleneksel el sanatlarından lokantalara kadar her türlü mesleği icra eden esnaf burada toplanmış durumda. Çarşının her ara sokağı ve caddesi farklı meslek gruplarına ayrılmış. Eğer meraklıysanız nar ekşisinin en lezzetlisini Uzun Çarşı’da bulabileceğiniz kesin. Hazır nar ekşisine meyletmiş ve çarşı pazar alışveriş moduna girmişken keçi peyniri, Çara peyniri, küflü peynir, Antakya’ya özgü pul biber, biber salçası ve şalgam suyu da alışveriş listesine eklenebilir pek tabi.
Uzun çarşı gezmeniz bitti ve alışveriş yapmadan çıkabilmeyi başardıysanız hemen yakınındaki Habib-i Neccar Camii’ni görmek gerek. İslamiyet tarihi açısından da şehrin önemi büyük. Şehrin bir başka “ilk”i burada. Şöyle ki Anadolu’daki ilk cami Habib-i Neccar Camii. İlginç de bir hikâyesi var. Roma İmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde Pagan tapınağı iken kiliseye, sonra da Müslümanların Antakya’yı fethinden sonra 636 yılında camiye dönüştürülmüş. Antakya’nın etrafını çeviren dağlara da ismini vermiş olan ve Yasin Suresi’nde ismi zikredilmeden bahsi geçen Habib-i Neccar, çok tanrılı dinler döneminde İsa Peygamber’in havarilerine ilk inanan ve Hıristiyanlığı gizli gizli yaşamaya ve yaymaya çalışan bir çoban. Habib-i Neccar’ın Romalılar tarafından yakalanması ve öldürülmesi sonucu, Roma halkının Allah’ın gazabına uğradığına inanılırmış. Caminin iki kat altında Habib-i Neccar’ın türbesi yer alıyor. Onun mezarı ile birlikte, Hz.İsa’nın havarilerinden Yuhanna, Pavlus ve Şemul’un da mezarları da burada.
Şehrin mutlaka gezilip görülmesi gereken yerlerinden biri de elbette ki Arkeoloji Müzesi. Burası dünyanın Tunus’taki müzeden sonra ikinci en büyük mozaik müzesi. Bir kısmı duvar süslemesi, bir kısmı da zeminde kullanılmış olan bu mozaiklerdeki işçilik ve bazılarının boyutuyla gelen görkemi Antakya’nın Roma İmparatorluğu dönemindeki şaşalı günlerinin ipuçlarını taşıyor. Müze girişinde 1993’te bir evin inşaat çalışması sırasında bulunan, bir mezar için fazlaca görkemli ve bir an önce ölsem de şöyle bir mezarım olsa dedirtecek kadar iştah açıcı olan MÖ. 3. yüzyıla ait Antakya lahiti ayrı bir bölmede arz-ı endam ediyor. Hitit döneminden kalma aslan heykelleri ve sütun başları yanında tarih ve arkeoloji meraklılarını uzun saatler boyu alıkoyacak geniş bir koleksiyon da müzede sergileniyor. Çıkışa yakın uzun koridor boyunca size birinin gözlerini diktiği ve ayırmadığı kapılırsanız da şaşırmayın. Burada bulunan mozaikte işlenmiş olan vatandaşın gözleri ilginç bir ilüzyonla hangi açıdan bakarsanız bakın size bakıyor benden söylemesi.
Bizde pek bilinmez ama Antakya’nın Hristiyanlık tarihi açısından önemi büyük. Çünkü Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra havarilerinden olan St. Pierre’in ilk konakladığı yer burası. Hatta Habib-i Neccar Dağı’nın eteklerine sığınan ve ibadet eden bu topluluğa, yani İsa’ya ve dinine inananlara ilk kez “Hristiyan” denilen yer de Antakya. Gün yavaş yavaş ağarmaya yüz tutmuş olduğuna göre manzaranın tadının çıkacağı yüksek bir yere yani Habib-i Neccar Dağı’nın eteklerine doğru yola koyulmanın vaktidir. Buradaki çocukların size rehberlik ederek götürecekleri mekân bir mağara, dünyanın ilk kilisesi olan Saint Pierre Kilisesi.
UNESCO’nun dünya mirası öneri listesindeki bu mekân Hristiyanlarca hac yeri olarak kabul edilmekte ve her yıl burada 29 Haziran günü Katolik Kilisesince ayin düzenlenmekte. Hemen yakınında ise 20 metre mesafede sizi şaşırtmayı başaracak olan, Cehennem Kayıkçısı Heron’un bir kayaya oyulmuş dev büstü var. Bu kabartma Antiochus zamanında bir veba salgını sırasında yapılmış. Çok sayıda insanın ölümüne yol açan salgını önlemek için bir kâhine danışılmış ve onun tavsiyesi üzerine dağa şehre yüksekten bakan bir mask oyularak üzerine ölümleri önleyecek sözler yazılmış. Bu heykelin yanında ise, Hz. Meryem’in bir kayaya oyulmuş silueti yer alıyor. Ve tabi bunları görünce memleketin turizm potansiyelinin neredeyse sadece Akdeniz ve Ege kıyılarına mahkûm bırakılmasından üzüntü duymamak imkânsız…
Artık acıkmış olduğunuza göre Antakya Mutfağı ile tanışmaya,”Dünyayı bir ev sayarsak o evin mutfağı Antakya’dır” diyenlere hak vermeye hazırsınız demektir. UNESCO tarafından dünya gastronomi şehri adaylığı kabul edilen Antakya’da en meşhuru künefe olmak üzere, envai çeşit kebap, humus, cevizli biber, mezeler, tatlılar ve daha birçoğu bu kadar güzel yapılırken diyeti de seyahatiniz boyunca rafa kaldırmak iyi fikir. Dile kolay 593 yemek çeşidini barındıran bir mutfaktan bahsediyoruz.
Tarih boyunca çeşitli medeniyetlere, kültürlere ev sahipliği yapmış olan Antakya Mutfağı da bu kültürlerle yoğrularak lezzet ve çeşitlilik kazanmış. Her medeniyet kendinden lezzetler, teknikler ve tatlar katarak bugünün zengin Antakya Mutfağı’nın oluşmasını sağlamış. Genel olarak Suriye, Lübnan, Osmanlı, Akdeniz ve Fransız Mutfağı’nın esintilerine rastlamak mümkün. Bu görkemli mutfakta bölgenin kedine özgü baharatlarının eşsiz kokusunu ve lezzetini bolca hissedeceksiniz.
Sokakta yürürken bile sizi baştan çıkaracak şeylerle karşılaşacaksınız. Üstelik nerede yediğinizin pek bir önemi yok, hiçbir şekilde hayal kırıklığına uğramayacaksınız. Mesela herhangi bir kasaba uğrayıp, tepsi kebabı ısmarlayabilirsiniz. Antakya’da kasaplar aynı zamanda fırın ve ayaküstü lokanta hizmeti veriyor. Üstelik et, sebze, pide ve fırın ücreti dışında verdiği hizmetten ücret de talep etmiyor. Uzun çarşıda ya da mahalle arasındaki bir kasapta yiyeceğiniz herhangi bir kebap, bir seyyar satıcıdan alacağınız dürüm ya da bir restoranda da olsa yiyecekleriniz Antakya dışında herhangi bir şehirde lüks sayılabilecek özen ve lezzette hazırlanıyor. Benim önerim anason eşliğinde mezelere ağırlık vermek olacak. Bu sayede daha çok lezzeti tatma şansınız olabilir.
En başta humus olmak üzere biberli ekmek, Aşur, içli köfte, ekşi aşı, nar ekşi soslu Firikli Sultan Salatası, cevizli biber, kabak ve ıspanak Borani, Mumbar, küflü çökelek ve Zahter salatası, Abugannuş, Tarator, sakız murcu, Kaytaz böreği, Şam Oruğu, Sarmaiçi, Maklube ve gidip yerinde keşfedeceğiniz onlarcası. Artık kebap çeşitleri ve ana yemekler için gerisi size kalmış. Bunca yemekten sonra halimiz nice olur diyenlere ise beyaz kahveyi önereceğim. Turunç ve portakal ağacı çiçeklerinden damıtılarak yapılan bu içeceğin hazmı kolaylaştırdığına inanılıyor. Şanslıysanız ve seyahatiniz nisan ayında gerçekleşecek ise bu yöreye özgü beyaz kahveyi de tatmadan dönmeyin.
Elbette sırada Antakya’ya gidip tatmadan dönene kötü gözle bakılacak olan şehrin meşhuru peynirli künefe tatlısı var. Bunun için en iyisi oturduğunuz yerden Künefeciler Meydanı’na doğru biraz yürüyün ki midenizde yer açılsın. Alternatif olarak eğer bir taraftan Seylan çayını yudumlarken diğer taraftan da köz ateşinde künefenin yapılışını izlemek isterim diyorsanız, Uzun Çarşı’daki Ahmediye Camii’nin avlusunda bulunan çay bahçesini tercih edebilirsiniz. Hala yeriniz ve enerjiniz varsa künefe alternatif olarak Ağızlı kadayıfı, peynirli irmik tatlısı, Züngül, Şenköy peynir helvası, Haytalı ve farklı bir teknik kullanılarak yapılan kirece yatırılmış kabak tatlısını da önerebilirim.
Ertesi gün biraz şehir dışına çıkıp Hatay’ın bir diğer ilçesi olan Samandağı’na doğru yola koyulmalı. Burada sizi gezimizin belki de en dikkat çekici yeri olan Titus tünelleri ve kaya mezarları bekliyor olacak. 1330 metre uzunluğundaki Titus Tüneli’nin yapımına, Antik Seleucia kent ve limanını dağlardan inen sel sularından korumak amacıyla M.S. 69 tarihinde Vespasianus döneminde başlanmış ve oğlu Titus (M.S.81) tarafından tamamlanmış. Giriş ve çıkış kapılarının yekpare taştan oyulmuş olması, o zamanın imkânları düşünüldüğünde inanılmaz geliyor insana. Tünelin 130 metre uzunluğundaki kapalı kısmında yaklaşık 30-35 metrelik bir mesafe tamamen karanlık olduğundan gezerken yanınızda küçük bir fener ya da hiç olmazsa bir çakmak taşımanızda fayda var. Ayrıca, tünelin kenarlarında bulunan su kanallarına ve kaygan kayalara da dikkat etmek gerekiyor. Tünel çıkışında sol tarafta, kaya üzerine oyulmuş şekilde, bu tünelin yapılışına ilişkin İmparator Vespasianus’un imzasını taşıyan bir tablet var. Anlatıldığına göre İmparator tünelin ağzına kadar kayıkla gelir, buradan da –günümüzde hala ayakta duran- merdivenleri kullanarak sarayına ulaşırmış.
Bunca zahmete girmişken Titus tünellerinin hemen yakınında yer alan ve 13 tane mağara mezardan oluşan kaya mezarlarını da görmelisiniz. Bunlardan Seleukeia” antik kentinin en önemli kalıntılarından biri olan kayalığa oyularak inşa edilmiş mezar kompleksi Beşikli Mağara özellikle görülmeye değer. Mağaranın içi irili ufaklı mezarlarla dolu ve imparatorun ailesine ait olduğu rivayet ediliyor.
Titus Tüneli, Asi Nehri’nin denizle buluştuğu Çevlik Sahili’nin hemen üst tarafında yer aldığı için, bu zahmetli parkurun sonunda sizi sahilin doğal ve büyüleyici görüntüsü ile ödüllendirecek bir manzara bekliyor olacak. Hazır yollara düşmüşken enerjiniz, tarih ve sosyolojiye merakınız varsa Türkiye’deki tek Ermeni köyü olan Vakıflı’yı, St.Simoen Manastırını, İssos (Epifenya) Harabeleri’ni, Seleukeia Pierra ören yerini, Ağlayan Musa Çınarı’nı, Dörtyol’a doğru Sokullu Paşa Külliyesi ve Payas Kalesi’ni, Yayladağ’da Barlaam Manastırı’nı, Reyhanlı yolunda Aççana ören yerini ve daha onlarcasını ziyaret edecek şekilde geniş bir Hatay turu yapmanız da mümkün. Tarihi medeniyetin başlangıcına dayanan ve bin yıllar boyunca hep bir cazibe merkezi olan bu topraklarda başınızı hangi yöne çevirirseniz bir kalıntıya ya da –ben de Antakyalıların yalancısıyım- kazmayı nereye vursanız bir sütuna denk gelmeniz kaçınılmaz.
Seçenek isteyenler için ise mevsim yaz ise denizin tadını çıkarmak hiç fena fikir değil. Dedik ya burası “ilk”lerin ve “en”lerin yeri. Dünyanın en uzun ikinci kumsalı Samandağ’da. Kilometrelerce uzanan kumsallarıyla tanınan Samandağ ilçesinden Akdeniz’e açılmaya ne dersiniz? Çevlik Limanı’ndan hareket eden teknelerle kumsalı ve deniz mağaraları keşfedebilir, tertemiz sularda kulaç atabilirsiniz. Deniz tutkunları için sonsuz kumsalların yanı sıra, adeta akvaryum berraklığındaki koyları barındıran Hatay’da, mavi yolculuk tutkunları da aradıklarına kavuşabilir.
Paketletmeye niyetleneceğiniz yemekleri, koli koli yüklendiğiniz peynirleri ve bilumum uzun çarşı ganimetlerini saymazsak Antakya’dan hediyelik eşya olarak en güzel tercih sanırım defne sabunu olmalı. Defne diyarı Antakya dememiz boşuna değil çünkü hem bu ağacın en yoğun yetiştiği yer hem de mitolojide bahsi geçen, Apollon’un Daphne’ye olan karşılıksız aşkının yaşandığı yer burada, Harbiye’de. Hikaye şöyle: Destana göre Apollon, Yunan deniz tanrılarından biri olan Peneus’un kızı Su Perisi Daphne’ye âşık olmuştur. Daphne’ye umutsuzca âşık olmasının nedeni, aşk tanrısı Eros’un oklarından birine hedef olmasıdır. Apollon aslında çok iyi bir okçudur ve kendiyle övünmeyi çok sever.
Bir gün kendisi gibi iyi bir okçu olan Afrodit’in oğlu genç Eros ile karşılaşır ve onun okçuluk kabiliyeti ile ilgili alaycı sözler söyler. Buna karşılık, Eros öç almak ister ve iki ok hazırlar. Biri altın suyuna batırılmıştır ve saplandığı kişiye tutku ve sonsuz aşk verecektir. Diğer ok ise saplandığı kişiyi aşk ve tutkudan tamamen uzaklaştıracaktır. Altın ok Apollon’un kalbine saplanır ve Daphne’ye umutsuzca âşık olur. Fakat ne yazık ki diğer ok Daphne’nin kalbine saplanmıştır. Daphne, Apollon’dan sürekli kaçar ve aşkını reddeder. Bir gün Daphne yine kaçarken Apollon’la karşılaşır ve kaçmaya başlar. Bu sefer yakalanacağını anlayan Daphne babası Peneus’dan yardım ister. Peneus, Daphneyi Defne ağacına dönüştürür ve Apollon ona ulaştığında kalp atışları halen duyulmaktadır. Daphne sonsuza dek defne ağacı olarak kalacaktır ama içinde aşk ateşi yanan Apollon onu unutmayacağına ve unutturmayacağına söz verir. Zaferlerin simgesi olarak başlara konan bir taç olarak unutulmamasını sağlar. “Güzel Daphne! Eşim olmadın ama ağacım olacaksın hiç değilse…
Bundan sonra sen, Apollon’un kutsal ağacı olacaksın. Her mevsim yapraklarını bir süs gibi taşıyacaksın! O solmayan ve dökülmeyen yaprakların, başımın çelengi olacak. Taç gibi taşıyacağım seni başımda… Ok kılıfımı süsleyeceksin sen! Zafer kazanmışların tacı sen olacaksın. Değerli kahramanlar, savaşlarda zafer kazananlar, ünlü şairler, büyük işler başaranlar hep senin yapraklarınla mağrur alınlarını süsleyecekler. Lirimi sen süsleyeceksin! Şiirlerde, şarkılarda adlarımız ve sevdamız sonsuza dek yaşayacak!”. O günden bu yana defne her sevda rüzgârı esintisini duyunca eğilir. Defne ağaçlarıyla örtülü Harbiye’den akan şelaleler Daphne’nin gözyaşları sayılır. Tüm Apollon heykellerinin başında gördüğümüz defne yapraklarından yapılmış tacın sebebi de budur. Farklı inanç ve kültürlerin bu bereketli topraklarda bir arada barış içinde yaşamalarının sembolüdür defne. Çok kültürlü sevgi sofrası Antakya
Antakya’ya veda için en uygun yer Antakya’ya 10km uzaklıktaki Daphne’nin yurdu Harbiye, nam-ı diğer Defne. Helenistik ve Roma dönemlerinde çağlayanlarıyla tanınan ve dünyaca ünlü bir sayfiye yeri olarak kullanılan Defne, o dönemde zengin halk kesimi tarafından yapılan çok sayıda köşk, tapınak ve eğlence yerleriyle dillere destan bir mekanmış. İmparator Gallus döneminde Harbiye eski ihtişamını kaybetmeye başlamış, Arap istilasından sonra da bir daha parlak dönemlerine dönememiş. Günümüzde ise her biri neredeyse 300-500 kişilik restoranları ile bölgenin en önemli eğlence ve gastronomi merkezi. Harbiye sizi birbirine karışan et, balık, mangal kokuları, müzik ve su sesleriyle karşılayacak. Gürül gürül akan suyun muhtelif yerlerine gazinolar, restoranlar yapılmış durumda ve bazılarında masaların ayakları suyun içinde. Bu cümbüşe anason kokusu ve Antakya Mutfağı’nın eşlik ettiğini söylememe gerek yok sanırım. Mesire yerlerinin hemen üst tarafında, tüm şehri ve bölgeyi tepeden görebileceğiniz bir seyir alanı ile farklı hediyelik eşya alternatifleri arayanlar için el dokuması ve ipek işçiliği ürünleri satan dükkânlar da hizmetinizde. Ç
o
Dönüş yolunda tadı damağınızda kalan ve bitmesini hiç istemeyeceğiniz lezzetlerin verdiği mutluluk ve zihninizde avlusunda limon ağacı olan bir taş evde yaşama fikri olacak. İnsanlığın medeniyetle tanıştığı, inançların tanrı aşkıyla birleştiği, sokaklarında farklı kültürlerin melodilerinin yankılandığı, kaldırım taşlarından semaya insanlığın huzura olan sessiz özleminin yükseldiği bu inanılması güç masal şehrini tanımış olmanın ayrıcalığı yanınıza kar kalacak ve “İyi ki varsın Entekye” diyeceksiniz.