Baba ve oğul olarak bir adamın sevgi değerlendirmesi
Bursa. 2004. Sen, rüzgârın bir sağa bir sola yatırdığı küçük ağaçlara, bir sağa bir sola koşturan insanlara, uçuşan gazete kâğıtlarına, büyük camlara vuran yağmur damlalarına bakarken, ben de sana bakıyorum. “Kuşlar”, diyorsun buğulu gözlerini bana doğru çevirmeden, “ne yapar yağmur yağarken?” “Saklanırlar”, diyorum sana, “su değmesin diye kanatlarına, çatı altlarında buldukları deliklere, ağaç kovuklarına, balkonlara.” Başını salıyorsun. “Kanatları ıslanırsa uçamazlar”, diyorsun bilgece.
Ankara. 1978. Yağmur yağıyor. Yağmur çoğaldıkça yalnızlık da çoğalıyor. Annemin varlığı tek başına yetmiyor çünkü annem de yalnız, onun yalnızlığını hissediyorum kendiminkiyle birlikte. Pencerede durmama kızmıyor. Geniş camlara yağmur değiyor ve ben babamı bekliyorum.
Bursa 2004. Bana geliyorsun. Kucağıma oturuyorsun. Ellerini dolamaya çalışıyorsun. Başını sol göğsüme dayıyorsun. Öyle duruyoruz. O an yaşamımın en önemli ânı. Derin bir sevgiyle sarıyoruz birbirimizi. Sonra başını kaldırıyorsun. Yüzüme bakıyorsun. Ağlıyorsun. “Moskafa”, diyorsun, “ne kadar uzakta?”
Ankara. 1978. Ev bayram yeri, ev lunapark, ev cennet. Babam geliyor. Caddenin köşesinden görünüyor. Bende bir telaş, annemde bir telaş. Oyuncaklarımı topluyorum, annem çorbayı ısıtmaya başlıyor. Gök gürlüyor ama artık korkmuyorum. Yalnız değilim artık. Annem yalnız değil.
Bursa. 2004. “Moskafa”, diyorum, “çok uzak ama uçakla iki-üç saat.” “Bu kadar mı?” diyorsun kollarını iki yana açarak. “Daha çok” diyorum. İyice açmaya çalışıyorsun kollarını kucağımdan inerek. “Evet, işte o kadar”, diyorum. Tekrar oturuyorsun kucağıma, başını dayıyorsun sol göğsüme.
Ankara. 1978. Kızarmış patates, rakı, sigara dumanı, soğan, kan, küfür sinmiş siyah deri ceket, masadaki dumanı tüten limonlu sıcacık şehriye çorbası, annemin asık yüzü, mutluluk çabalarım, şiddetlenen fırtına, kesilen elektrik, yakılan mumlar, devrilen çorba kâsesi, tokatlanan kadın, giyilen ceket, pencere, cadde, giden baba, acı, korku, yalnızlık…
Bursa. 2004. İkimiz de ağlıyoruz. O küçük iç geçirmelerini bedenimde hissediyorum. Zaman gelene kadar kıpırdamıyorum. Öylece duruyoruz dakikalarca. Omzunu tutuyorum. “Haydi oğlum, zaman geldi” diyorum sonra. Kucağımdan iniyorsun. Ağlıyorsun. Pencereye gidiyorsun. Acıdan kaçmadan, gözyaşını saklamadan el sallıyorsun bana pencereden.
Yağmur. Ankara’dayım. Babam yürüyüş mesafesinde. O kadar uzaktayım…
Yağmur. Moskova’dayım. Oğlum binlerce kilometrede, saatlerce uçuş mesafesinde. O kadar yakındayım…
Çocukluk bir gölge.
Yaşam boyu takipte bedeni.
Altın tozuna bulanmış tüy… Sevimli cinnet… Yırtık kadife… Kontrapedal bisiklet…
Ne kadar çok hatırayı yok edebilirim ki senin yardımınla?
Karıncalanmış şeker… Un… Su… Tencerede pişirilen ekmek… Bilekteki kesik…
Uzun tırnaklar yeter mi retinadaki tümörü kazımaya?
Terli gece… Nafile heves… İltihaplı pıhtı… Zihindeki yarık…
Ah çocukluk!
Gözümden gitmeyen o kara ışık.
Biz aynı çocukluğun karbon hayaletleri.
Yalnızlıklarımız ırsî.
Burcumuz hüzün.
Gözlerinden tanıdım seni.
Paha biçilmez ipek. Şiirli mürekkep.
Bendeki bu sefil teselli… Kuru öpücük… Camdan ten… Ürkek dokunma…
Ne işimiz var bu derme çatma atlıkarıncada?
Korkuları bir çocuğun…
Mutsuzluğu. Nefreti. Aşkı mesela.
Onunla birlikte büyür mü?
İhanet bilgisi ya da terk edilmişliğin mimarisi görülür mü hayatında?
Deri değiştiren sızı… Karnı yırtan kanca… Boğaza yapışan cam… Titreşen kan…
Oyundaki herkes ebeyken ben ne arıyorum ki senin yalnızlığında?
Yalnız kalan çocuklar birbirini tanır.
Taşta uyur onlar. Yastıkları közdür. Dikenli pikelerini çekerler üzerlerine. Yabancı bir dil kullanırlar. Harfsiz. Sessiz. Gramersiz.
Yataklarını ıslatır onlar.
– Beden tek başınayken mürekkebini bırakır.-
Yolları uzundur. Sırtları yüklü. Kamburları büyük.
Çocuk yalnızlığı sancılıdır.