İkinoktaüstüsteaçparantez

Yükseklik, böcek, karanlık, kedi, köpek, iğne, örümcek, kapalı yerde kalmak… Korkunun bahaneleridir bunlar. Kimisine garip gelen, kiminin de haklı bulacağı daha onlarcası da bulunabilir. Tamam, her şeyden korkulur da, insanın kendinden korkmasıdır belki de en korkunç olanı… Bu nasıl mı olur?

Öyle bir an gelir ki, günlük telaşeler, hayata, yaşamaya, inanmaya dair her şey sabun köpüğü gibi görünür. “Ne anlamı var ki!” dersin dudaklarını bile oynatmadan…  Sabah gözünü açtığında gün ağırmamaya başlar. Karanlık değilse de, aydınlık da değildir artık. Kurşuni bir griye bulanır baktığın her yer. Yaşamaya üşenirsin. Çalışmak zor gelir, eğlenmek sıkıcı, konuşmak gereksiz, susmak ağır… Uyumak -yarı ölüm olduğundan belki- tek çıkış halini alır. Kabuslarla bölünmüyorsa eğer, uyku sığınabileceğin tek güvenli liman olur. Ha bir de ağlamak vardır ki, önünde durmak mümkün değildir. İçeride kazan kaldıran gözyaşları, yanağından gönül çukuruna kaymak için isyandadır. Üzülmen, sevinmen, öfkelenmen sadece bahanedir artık. Üstelik eskisi gibi sevinememektesindir. Telefon ya da bilgisayar ekranında karşına çıkan “:)” komik değildir, sevimli hiç değildir, sadece “ikinoktaüstüstekapaparantez”dir. Bardağın yarısı boştur. Hem o suyu birisi içecek, ve bardağın diğer yarısı da boş kalacaktır zaten.

 Ve bir gün, bir kaşı havada, gözlerini sana dikmiş olan aynadaki aksini, aslında iyi olduğuna ikna etmeye çalışırken bulursun kendini: “Satürn ters açı yaptı, bir de Merkür geri gidiyor, bu halim ondan.”

Ne zaman başladığını, ne kadar sürdüğünü kestiremesen de, bir terslik olduğunun farkındasındır. Ruhunun pırıltısı, suya düşen bir kor gibi karaya dönmüştür. Emanet bir hayat yaşıyormuşçasına eğreti durur üzerinde yaptığın her şey… Üstelik bunun vahameti giderek artmaktadır.   

İçinde bulunduğun halden, verdiğin tepkilerden, düşündüklerinden, düşünemediklerinden, söylediklerinden, yaptıklarından, yapabileceklerinden korkmaya başlarsın sonunda. Hayatına şekil veren onca etkeni kontrol edemeyeceğini kabullenmene rağmen, kendi kontrolünü kaybettiğini farkettiğinde oldukça uzun zamandır oturduğun yerden kalkıp, çevrene bakarsın: İşte o an, ardında bıraktığın “HOŞGELDİN!” pankartı gözüne çarpar.

“(…)Türkçe’de depresyon bir ‘fiil’den ziyade, bir ‘mekan’ gibi algılanır. Bu sebeptendir ki, ‘bunalım-da’ ya da ‘bunalım-dayım’ denir. Sanki ‘bunalım’ bir mekanmış gibi. İçine girilen karanlık bir oda… İçinde kaybolunan bir koca kıta…”*

Parti bitmiş, herkes gitmiştir. Daha önce hiç görmediğin, bilmediğin bu garip diyarda kulağına birçok insan sesi gelmesine karşın, kimseler yoktur yakınlarında, yalnızsındır. Birileri konuşur, birileri güler, birileri bağırır, sen karşılık ver(e)mezsin. Loş, gri-mavi koridorlarda dolandıkça gerçeğin nerede başlayıp, nerede bittiğini karıştırırsın. Kuytuda kalan küçük uyarı levhasını okumak için ihtiyacın olan şey küçük bir umut ışığıdır:  

“Kapı açık, arkanı dön ve çık!”

*Elif Şafak, Siyah Süt

Bu da ilginizi çekebilir
Kapalı
Başa dön tuşu