Umut’a notlar

Yazmak, zaman ve anlamak üzerine…

Oğlumuz soğuğun kemiklere işlediği güneşli bir kış günü Montreal’de doğdu. Umut ismini doğmadan önce düşünmüştük. Her ana baba gibi beklentilerimiz vardı. Küçücük haliyle ihtiyacımız olan güveni verdi bize. Onu kucağımıza alır almaz anladık onun Umut olduğunu. Daha uygun bir isim olamazdı onun için.

Umut doğmadan eşimle bir deftere yaşadıklarımızı not etmeye karar verdik. Bir tür seyir defteri olacaktı. Umut için, bizim için. Zamanı gelince Umut’la paylaşmayı planladığımız için tüm yazdıklarımızı da ona hitap ettik. Defterin tek okuyucusunu Umut olarak düşünmüştük. Bir süre sonra okuyucu olarak kardeşi de eklendi. Aşağıda okuyacaklarınız bu defterden alındı.

Umut’un varlığıyla kafam çok karışmıştı. Kendimi yoğun bir şekilde sorgulamama neden olduğu bir dönemdi. Aldığım kısımları seçerken bu dönemi ve “umut” kelimesinin kendi içinde barındırdığı çelişkiyi düşündüm. Beklentisiz umut olmuyor, umut kelimesinin anlamının gereği bu. Ama ya beklenen bilinmiyorsa? Umutlarınızdan korktuğunuz oldu mu hiç? Benim oldu.

Özgür Ceyhan

Paris, 25 Kasım 2011

Çocuk - Engin Çakır

Buradan şu zamana nasıl gidebilirim acaba?

Her gecikmenin açıklaması yapılabilir sanırım. Ama sana yazamamamı anlaşılır kılacak herhangi bir gerekçe bulamaz oldum oğlum. Aylar oluyor, tek kelime yazmadım. Makul bir özürün kabul edilebilecegi sınırı çoktan geçtik. O yüzden gevelemeden sana olanları özetlemeye çalışayım. Yapabileceğimden şüpheliyim, bilesin.

Önceleri herşey normal görünüyordu. Senin de bugün hayal meyal hatırladığın o hiç bitmeyen koşuşturmaca. Benim sonu gelmeyen iş başvurularım, annenin her dönemeçte tekrar başladığı doktorası, önce Kanada’dan Fransa’ya, oradan da Almanya’ya taşınmamız… Curcunann içinde nefes alamıyorduk ki yazalım sana. Ya da öyle göründü bize. Yaşanan anın içinden o anın öncesine bakınca anlaşılır görünüyor herşey. Gelecekten bugüne bakmaya kalkınca anlamlar kıpır kıpır yerlerinde duramaz oluyor. Kelimelerin anlamlar yerinde durmazken, okuman için yirmi yıl bekleyen bu notların hayatımızdaki yeri ne yana düşüyor bilmiyorum.

Sözünün ettiğim bilmeme hali, bizi sorunun önemli unsurlarından birine getirdi. Zamanı anlatmanın yolu nedir?Zamanı betimleyen sözcükler akla düştükleri an ile birlikte anlamlarını kazanıyorlar.  Dün, bugün, yarın, birazdan, şimdi… “Hiçbir zaman”ı ve “her zaman”ı bu genellemenin dışında tutmalıyız tabi… (Ne de olsa bir tek onların pozisyonları yok zamanın içinde)

Seslendirildikleri anda, o ana göre anlam veriyor zamanı tasvir eden kelimeler. Yazıya dökülenlerinse kaderi biraz daha farklı. Eğer metnin kendi içinde zamanı yoksa, bir 19 yy romanı değil de bir matematik makalesiyse, örneğin “şimdi” hangi günün hangi saatine denk düşer böylesi yerlerde?

Kelimeler zamansız var olup, her anın içinde başka başka zamanları tarif ediyorlar. Sana yazarken bu zamansızlık hissi  köklendi yavaşça. Bu yazdıklarımı okurken oğlum, “dün” artık sadece dün değil, dün senin doğduğun gün, büyüyüp ilk admlarını attığın gün, kardeşinin ameliyatından önceki ve sonraki gün, üniversiteye başladığın, aşk acısıyla kıvrandığın, ilk çocuğunu kucağına aldığın gün. Ve “bugün” benim bunları yazdığım, senin yazdıklarımı okuduğun, okuduklarına güldüğün, ağladığın, bana kızdığın, anneni nasıl da olmayacak şeyler için (mesela o çirkin kızlar için) üzdüğünü hatırlayıp içinin cız ettiği gün. “Yarınsa sana bunları yazmayı kafamda kuracagım gün olacak. Sana bu bahsettiklerimin tümü, bugün, dün ve muhtemelen yarın, yani belirsiz bir gün, yaşanıyor, yazılıyor, okunuyor…

Sana yazma düşüncemin arka planında, basit bir fiil çekimi meselesinin çok ötesinde, bilincimi zamansal parçalara bölen, bu şizofrenik halin olduğunu nereden bilebilirdim. Bunu fark ettiğimde çoktan yazamaz olmuştum. İnsanın en büyük düşmanı kendisiyse eğer ve düşmanının düşmanı dostuysa, kişi kendisinin nesi oluyor?

Bu iç sıkıntısı artık dayanılmaz olup bir dosta yakınma vakti geldiğinde problemimin etrafını eşelemeye başladım. Dile getirebilmeliydim en azından. Yuri Ivanovic’i hatırlıyorsun, değil mi? Olağanüstü zekası, dehşet uyandıracak duyarlılığı olan, tüm bunlarla birlikte dünya tatlısı olmayı becerebilen bir adamdı. Zaman içinde parçalanmış şuurumu örnekleyen bir cümle oldu yine. Yuri Ivanovic’i daha dün gördüm. Beni görür görmez gülümsedi, seni, anneni sordu, kardeşinin sağlığını uzun uzun konuştuk. Son makalem üzerine tartıştık… Sen bunları okurken Yuri Ivanovic muhtemelen aramızda olmayacak. Sakın konuşmasının tonu hafzamızdan yavaşca silinmiş olacak, yüzünün hatlarını hatırlamak için senin kucağında olduğun fotoğraflara bakma ihtiyacı duyacağız. Ama samimiyetini akıl sağlığımız yerinde olduğu sürece hep ferahlatıcı bir an olarak saklayacağız sanırım. Ama tüm bunları kim bilebilir? Sadece sen oğlum. Şu an okurken bunları, olacakları yani olmuş olanları sen biliyorsun. Yuri Ivanovic’le buluşmaya gittiğimde bunları ben bilmiyordum. Tren istasyonu yakınlarında bir restoranda buluştuk. Yine yağmurlu bir gündü. Kaybolan, unutulan şemsiyeler ve onların insanlardan bağımsız elden ele dolaşarak geçirdikleri ömürlerinden bahsettik (Benim Adım Kırmızı’daki Para’yı hatırlıyor musun?) Nereden başlayacağımı bilemiyordum. Gündelik sıkıntılarımdan başladık. Sürekli yer değiştirmekten, göçebe hayatına neden olan işimizden. Ve işim yüzünden annenin işine engel olma halinden…

Sen biliyorsun tabi ama zamanla yanımızda başkaları da olacak belki. Yollarımızın daha önce hiç kesişmediği başkaları. Onlar için biraz bahsedeyim. Ben akademisyenim. Annen biz evlenmeden önce yasadışı göçmenlerin yasal temsilciliğini yapıyordu. Berbat bir işti onunkisi. O göçmenlerin yaşadıklarını değil görmeye, dinlemeye, bir an akıldan geçirmeye bile yürek dayanmaz. Biraz da benim zorumla oldu sanırım, annen gerçek insanların dertlerine deva olmayı bırakıp insan hakları doktorasına başladı. Eski iş arkadaşlarıyla bağını hiç kaybetmedi. Dünyanın muhtelif problemli bölgelerinde, Afrika’da, Güneydoğu Asya’da, Birleşmiş Milletler, Kızıl Haç, sınır tanımayan muhtelif örgütler için çalışan arkadaşlarından mesajlar geldiğinde  gözlerinin önüne hep karanlık bir bulut inerdi. Ama hiç geri dönmekten bahsetmedi. Kaşınan ben(d)im hep.

Bense, gayet iyi biliyorsun oğlum, bugün olduğum gibi o günlerde de arızalıydım. Yuri Ivanovic’e artık akademik kariyerime son vermeyi düşündüğümü söyledim. Neden eşim bunca zaman benim kariyerime mahkum olmuştu ki? Vasatın biraz üzerindeki akademik başarım bize ortalama bir yaşam sağlıyordu ama bunun için miydi sürdürdüğümüz hayat? Ben eşimin kariyerini takip etmeliydim aslında. Kabul etmeliyim; genel anlamda daha rahat huzurlu bir hayat vaad etmiyordu bu seçenek. Daha iyi bir insan olunabilir belki ihtiyacı olan insanlara yardım ederek ama daha iyi birer anne baba olunamayacağı da kesin gibi. İşte bunları Yuri Ivanovic’e anlatırken yavaş yavaş berraklaştı resim gözümün önünde. Senden korkuyordum!

Hangi tercihi kullanırsam kullanayım mutlak, genelgeçer bir çözüme ulaştırmayacak beni. Öte yanda sen, zamandan bağımsız, olacakları biliyorsun bugün. Hatalarımızı, seçeneklerimizi, kaçırdığımız fırsatları görüyorsun. Yirmi yıl önceki halime bakıyorum, insanları yargılarkenki pervasızlığıma, acımasızlığıma. Eğer bana benzeyen bir yanın varsa, vay halimize. Elinde bu kayıtlar da olacak çünkü.

Yuri Ivanovic sabırla ve dikkatle dinledi beni. Kibarca aradığım öngörünün onda olmadığını söyledi. Ama insan seksenine yaklaşırken bile hayat tecrübesi onu yanlıtabiliyor. Çünkü hemen ardından, hayatta seçimlerin düşünüp bulunamadığını, zamanı gelince kararların kendilerini verecek kişileri bulduğunu söyledi bana. Kalktık. Şemsiyemizi bıraktığımız yerde bulamadık. Bizi terk edip bir başka hayata başlamış bile. Çiseleyen yağmurun altında enstitüye yürürken iş konuştuk yol boyunca.

Paris – Bonn – Utrecht – Bursa

2008 – 2011

Bir küçük burjuvanın sıkıntıları biter mi hiç?

Paris’e yeni vardm. Sizi geride braktığım için içim buruk. Ama geldiğime değecek: Maxim’le konuştum gelir gelmez. Onun referans mektubu çok önemliydi, biliyorsun. Bana (her zamanki gibi) çok meşgul olduğunu, mektubu onun ağzından kendim yazarsam hemen düzeltip imzalayıp göndereceğini söyledi. Sana hiç bir başkasının gözünden kendini tasvir etmenin zorluğundan bahsetmiş miydim oğlum?

Paris, 25 Kasm 2011

Çocuk - Engin Çakır
Yazı: Özgür Ceyhan

 

Başa dön tuşu