Aşk ülkesinin pembe meleği: Audrey Hepburn

Aşk ülkesinin pembe meleği: Audrey Hepburn

Audrey Hepburn

O mümkün olduğunu söylüyorsa hiçbir şey imkansız olamazdı. Çünkü genç yaşta acı ve korkuyla tanışmış, her şeyi “pembe” yaşamayı tercih ederek atlatmıştı. Zarafeti, güzelliği ve asaletiyle kitaplara konu, stiliyle tüm dünya için bir moda ikonu oldu. Yaşamı boyunca yüzünden eksik etmediği sıcacık gülümsemesiyle “aşkın ülkesi” olarak tanımladığı kalpleri ısıttı; sevgi için uzanan elleriyle, yardımına ihtiyaç duyan insanların hayatlarına dokundu.

Audrey Hepburn

Zarafet onun, yalnızca hayatının anlatıldığı kitabın ismi değil aynı zamanda büyük bir parçasıydı. Asalet biraz kanında, biraz geçmişinde, biraz duruşunda saklıydı. Yaşadığı her olumsuzluktan olumlu bir taraf bulmayı başarabilmiş, her kötünün iyi yanını görebilmiş, hayatı kendi ve diğer insanlar için pembeye boyamayı görev edinmiş kanatsız bir melekti Audrey Hepburn. UNICEF’in iyi niyet elçisi ve hayatın son nefesine kadar inandığı mucizelerinden biri aslında ta kendiydi. Hep çocuk bakan gözleri, kelimelere sığmayan güzelliği, her şeye rağmen koruduğu iyi niyeti ve masumiyetiyle ona yakıştırılan “kanatsız melek” benzetmesi yeterli olmasa da yerinde bir ifadeydi. Doğum adıyla Audrey Kathleen Ruston tüm zamanını, geçmişindeki zorluklara ve aldığı yaralara inat hayata aşık, sevgiyle doldurdu.

Audrey Hepburn
Aşk ülkesinin pembe meleği: Audrey Hepburn

“Bir tarafım belki hep çocuk kaldı. Ama bir yandan da erkenden olgunlaştım. Çünkü genç yaşta acı ve korkuyla tanıştım” Aşk ülkesinin pembe meleği: Audrey Hepburn

Audrey Hepburn , Oscar
Aşk ülkesinin pembe meleği: Audrey Hepburn

Onu döneminin yıldızlarına göre farklı kılan, kendi deyimiyle “tahta bacaklı, küçük göğüslü kız çocuğu gibi” haliydi belki de. “Şuh kahkahalar atan, şehvetle bakan, dolgun göğüslü, uzun bacaklı, seksi ve ateşli kadın” imajını; masumiyeti, duru güzelliği ve çocuksu ifadesiyle yerle bir etti Audrey Hepburn. Belki de doya doya yaşayamadığı, savaş, yokluk ve hastalıklarla geçen çocukluğu onun peşini hiç bırakmadı. 1929 yılında Hollandalı bir barones ve İngiliz bir bankacının kızı olarak Brüksel’de doğdu. Aile sıcaklığını henüz hissedemeden, o daha bir yaşındayken onları terk eden babasından sonra annesi yeniden evlendi. Hem annesiyle yaşıyor olması hem de babasının ilgisizliği nedeniyle hep bir yanı eksik kaldı Audrey’in. Güvensizlik de bu yıllarda girdi hayatına. Aşk ülkesinin pembe meleği: Audrey Hepburn

Audrey Hepburn

Nazi işgalinde Hollanda’ya göç etmek zorunda kalmaları ve işgal sırasındaki yokluk günleri, onun zaten hasta geçen çocukluğunun daha sağlıksız devam etmesine sebep oldu. Ergenlik yaşına gelene dek savaşın ortasında büyüyen ve birçok sağlık sorunu ile baş etmek zorunda kalan Audrey ve ailesi “2. Dünya Savaşı”nda, daha sonra iyi niyet elçiliği yapacağı UNICEF’in desteği ile hayatta kalma mücadelesini sürdürdü. Savaşın ortasında bir süreliğine de olsa eğitimini alabildiği çocukluk hayali olan baş balerinlik zayıf düşen bedenine uygun olmasa da, ömrünün sonuna kadar bir balerin zarafetiyle yaşadı. Aşk ülkesinin pembe meleği: Audrey Hepburn

Audrey Hepburn

Audrey ve ailesi savaş sonrası tamamen yokluk içinde kalmışlardı ama hayata olan bağlılıkları ve gelecekten kesilmeyen umutları, yeniden başlamak için yeterli sebeplerdi. Küçük yaşlarda, sıcak savaşın içinde açlık ve yoksulluk içine düştü. Evinden, yuvasından oldu, sokaklarda kaldı. Birçok ölüme tanıklık etti. Hayallerinin yıkılmasına sebep olan sağlık sorunlarını, her zaman karşı olduğu savaş yüzünden yaşadı Audrey. İşte bu yüzden eğer o, herhangi bir şey için “mümkündür” dediği sürece hiçbir şey imkânsız değildi. Aşk ülkesinin pembe meleği: Audrey Hepburn

Audrey Hepburn

Savaş günleri sonrası Londra’da sıfırdan kurulan bir hayat başladı. Audrey, sinemaya olan ilgisi ve oyuncu olma hayalleriyle, aldığı bale eğitiminin yanı sıra modellik de yaptı. Annesi çalışıyor Audrey’e de okuldan kalan zamanlarında çalışarak harçlığını çıkarmaya uğraştı. Bir yandan da takip ederek kendine göre şekillendirdiği modayla ilgileniyor, yıllarca konuşulup taklit edileceğini tahmin bile edemediği stilinin temellerini atıyordu. Geçirdiği hastalıklar geride kalmıştı ama izleri onun kendi adına kurduğu hayalleri ve planlarını bozacak kadar derindi. Hayal kırıklığına kendini kaptırmak yerine “B” planına geçmeyi tercih etti.

Audrey Hepburn

Çünkü Audrey, olumsuz durumlar karşısında ne yapacağını çok iyi biliyordu. Madem balerin olamayacaktı o halde dans etmenin başka bir yolunu bulur ve bir şekilde sahnede olmayı başarabilirdi. Öyle de yaptı. Londra müzikallerinin seçmelerine katılarak başarılı oldu ve aldığı küçük rollerle hem kendini geliştirdi hem de oyunculuk yolunda emin adımlar atmaya başladı. Hem para kazanmak hem de hayaline giden yolda yürümek adına, hiçbir fırsatı kaçırmadan; birkaç kelime edeceği hatta bazılarında repliğinin bile olmadığı filmlerde figüranlık yaptı.

Audrey Hepburn

Katıldığı seçmelerde, sabırla beklediği sıralarda geçen saatler boşa gitmedi, zamanla daha çok izlenen filmlerde, kendine gittikçe süresi uzayan roller bulmaya başladı. Her zaman inandığı “Bir şeyi ne kadar çok ister, onun için ne kadar çok emek verirsen o kadar hak edersin ve hayatta mutlaka hak ettiğini alırsın” düşüncesini ispatlarcasına attığı her adım, onu kendi doğrusuna biraz daha yaklaştırıyordu.

Audrey Hepburn

“Nasıl yaşanacağını, kenarda durup izlemeden dünyanın nasıl hem içinde hem dışında olunacağını öğrendim. Bir daha asla ama asla hayattan kaçmayacağım. Aşktan da…”

Kendine has havası, masum ifadesi ve dönemin yıldızlarına göre son derece büyük farklar taşıyan vücut hatları ile dikkat çekiyor; görenleri ışıltısıyla büyülüyordu. Hem yapımcılar hem de seyirciler tarafından keşfediliyor, herkes sahnede “onu” görmek istiyordu. İlk olarak 1951 yılında “Gigi” isimli oyunda sergilediği başrol performansı, oyunun gösterim sayısını arttırırken Audrey’in ilk filmi için beklediği fırsatı da beraberinde getirdi. Deneme çekiminde Audrey’in samimi tavırları, bu çekimi izleyen bazı prodüksiyon şirketleri tarafından uzun yıllar “Londra, New York ve Hollywood’da kaydedilen en iyi görüntü” olarak anılmasına neden oldu.

Andrea Dotti, Audrey Hepburn
Andrea Dotti, Audrey Hepburn

1953 yapımı Roma Tatili (Roman Holiday) filmi için yapılan seçmelerde, birçok adayı arkasında bırakarak 23 yaşında beyazperdedeki ilk başrolüyle birlikte o artık tiyatro ve sinemanın aranan yıldızı; ilk filmiyle “En İyi Kadın Oyuncu Oscarı”na layık görülmüş ödüllü bir oyuncuydu. Artık zaman Audrey için kazanma zamanıydı. Ardı ardına gelen filmler ve ödüller, Audrey’in sadeliğinden ve mütevazılığından bir şey eksiltmezken, hak etmek için çok savaş verdiğine inandığı mutluluğunu arttırıyordu.

Audrey Hepburn (Breakfast at Tiffany's)

Bir dergiye verdiği röportajda, son derece çirkin olduğunu, kepçe kulakları, tahta göğüsleri ve berbat görüntüsüyle hiçbir erkeğin kendisini beğenmeyeceğini ve onunla evlenmek isteyen biriyle tanışamayacağını söyleyen Audrey Hepburn, aşkı ilk tattığında 25 yaşındaydı. İlk filminde yakaladığı başarıdan bir yıl sonra oynadığı oyunda başrolü paylaştığı Mel Ferrer ile 1954 yılında evlendi. Aynı yıl romantik komedi türünün ilk örneklerinden olan “Sabrina” filmiyle “Akademi Ödülleri”ne aday gösterildi. Bir yandan eşiyle birlikte projelerde yer alıyor bir yandan adıyla özdeşleşen “Funny Face” filmindeki dans performansıyla büyülemeye devam ediyordu. Aldığı ve layık gördüğü ödülleri kendi de sayamıyor, bir yandan başarılarının bir yandan aşkının tadını çıkarmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Deli gibi anne olmak istiyor, aşkının meyvesini bir an önce kucağına almayı hayal ediyordu. Hayatı boyunca gerektiği gibi, bu konuda da sabretmesi gerekti ve nihayet 1960 yılında ilk çocuğu Sean doğdu.

Audrey Hepburn (Breakfast at Tiffany's)
Audrey Hepburn (Breakfast at Tiffany’s)

1961 yılında, onun ölümsüzlük yolunda attığı en önemli adım olan “Breakfeast at Tiffany’s” filmine dek birçok filmde ünlü isimlerle birlikte yer aldı. Truman Capote’nin romanından uyarlanan “Tiffany’de Kahvaltı” filmi, çekildiği dönem için büyük cesaret isteyen bir projeydi. Hem farklı hikâyesi hem de canlandıracağı rolün 60’lı yılllarda çok hoş karşılanmayacak bir karaktere sahip olması Audrey için bir engel olmadı. Filmin açılış sahnesindeki, Audrey’in mağaza vitrinine bakarken çörek yiyip, kahve içtiği sahne dahil olmak üzere filmden birçok kare; bugün duvarları, çantaları, çeşitli giyim ve aksesuar malzemeleriyle, hayatımızda büyük bir yeri var. Onu hiç tanımamış, tek bir filmini izlememiş olanların hayatı da dahil olmak üzere… Filmde “Moon River” şarkısını söylediği sahnenin videosu ise hala izlenme rekorları kırıyor.

Audrey Hepburn

Audrey’in her yaptığı filmde yakaladığı başarılar, hayatının aşkını bulmuş ve anneliği tatmış bir kadın oluşuyla dışardan görünen “peri masalı” tadındaki hayatında her şey yolunda gidiyordu. Ama birkaç yıl içinde evliliği bitti ve “My Fair Lady” filminde aldığı övgüler, büyük bir haksızlıkla son buldu. Audrey sesinin muhteşem olduğunu düşünmüyordu ama şarkı söyleyebildiğini bugün hala konuşulan filminde Moon River şarkısı ile kanıtlamış, dünyayı kendine hayran bırakmıştı. Oysa bu filmde söylenecek olan şarkı için sesinin yeterli olmadığı öne sürüldü ve eleştirmenler Audrey hakkında rolü hak etmediği yönünde yorumlar yaptılar.

Audrey Hepburn , 1957, Funny face Fred Astaire

Audrey kendini bu yaldızlı hayata kaptırmamış olmanın avantajını yaşayarak, yaşadığı haksızlığı kabullenmekte çok zorlanmadı. Artık bir süreliğine de olsa geri çekilme zamanı gelmişti. Her şeyin iyi yönünü bulabilen Audrey, oğlunun kendine ihtiyacı olduğu bu dönemde böyle bir çekilmenin yerinde olduğuna inandı. Eşiyle boşanmasına neden olan dedikodular, eşinin onun yanında ve ona destek olmayı tercih etmesi yerine, kendisine gelen her iş fırsatını değerlendiriyor olması aşkla başlayan evliliğin ortak bir kararla bitmesine sebep oldu. Ama Audrey’in aşk yolculuğu henüz bitmemişti. Çünkü ne hayattan ne de aşktan vazgeçmeye hiç niyeti yoktu.

Audrey Hepburn (Breakfast at Tiffany's)
Audrey Hepburn (Breakfast at Tiffany’s)

“Bir kadının güzelliği gözlerinden okunmalı, çünkü gözler kalbe, yani aşkın yaşadığı ülkeye giden kapıdır”

Güzelliğe katılan bambaşka bir anlam, zarafetin ve asaletin simgesi, giydiği elbiseyi taşıyışıyla onu zamansız bir modaya dönüştüren sihirli etkisi, bir çocuğun masumiyeti… Sahip olduğu sürüyle özelliği, onu kelimelerin tarif edemediği kadın yapıyor. Hayata aşık, aşka tutkun, sevgiye bağlı, ve her şeye karşı sevgi dolu bir iyilik perisiydi Audrey Hepburn. 40’lı yaşlarında ikinci baharını yaşadı ve İtalya’da çapkınlığıyla tanınan bir doktora aşık oldu. Andrea Dotti ile evlenerek aşkın başkenti olarak da anılan Roma’ya yerleştiler ve bir erkek çocukları oldu. Artık Audrey için tam zamanlı annelik başlamış, kariyerini sonlandırarak hayatını ailesine adamaya karar vermişti. Ancak bu aşık olduğu adam için yeterli olmadı. Defalarca aldatıldı, her affedişinde Dotti onun kalbinin biraz daha fazla kırılmasına neden olacak yeni yaralar açtı. Dedikodular yine devreye girdi ve Audrey onurunun daha fazla zedelenmesine izin vermeden evliliğini sonlandırdı. Kendine gelmesi uzun sürmedi çünkü onu hayata bağlayacak yeterince gücü vardı. Gücünü sevgiden ve dünyaya bakış açısından alıyordu. Yaşadığı onca olumsuzluğa rağmen pembeye inanıyordu. Gülmenin en iyi kalori yakan şey olduğuna, her şey ters gider gibi görünürken güçlü olmaya inanıyordu.

Andy Warhol- Audrey Hepburn popart
Andy Warhol- Audrey Hepburn popart

En güzel kadınların en mutlu kadınlar olduğunu savunuyor; yarının başka bir gün olduğunu düşünerek mucizelere inanmaktan vazgeçmiyordu. Audrey Hepburn için “pembe düşler” ve “gülümsemek” hayattaki her şeyin çözümüydü. Her şey ters gittiğinde bile o bunlara inanmaktan hiç vazgeçmedi. Olumlu düşünme gücü, kaybettiklerine üzülmek yerine kazandıklarını düşünmeyi tercih etmesi ona aşk için bir şans daha getirdi. Boşandıktan sonra bir davette tanıştığı Robert Wolders, Audrey’in yaşadığı savaş ve yokluk günlerinde ona çok yakın bir bölgede hayatta kalma mücadelesi vermişti. Sanki birbirlerinden ayrı geçen yıllar boyunca, ileride bir araya gelip tüm yaşadıklarını paylaşacakları, konuşacakları bugünü beklemiş; tüm anılarını birbirlerine anlatmak için biriktirmiş gibilerdi. Audrey artık kariyerine sırtını tamamen dönmüştü ve kalan ömründeki her anı değerlendirmek için daha farklı bir planı vardı. Ruh ikizi, diğer yarısı Robert Wolders ile huzur, sevgi ve şefkat dolu günlerin onu beklediği kadar geçmişten gelen, manevi bir borcun da ödenmesi gerektiğini düşünüyordu. Savaş yıllarında ona ve ailesine yardım ederek, yaşamaya devam etmesine yardımcı olan, hayattan umudunu kesmemesi için ona geçerli bir sebep veren UNICEF’e dahil olarak kendini gerçekten “iyi” hissedecek; hayatının her döneminde yüreğinde hissettiği o büyük boşluğu tamamlamış olacaktı. Aşk ülkesinin pembe meleği: Audrey Hepburn

Audrey Hepburn

Her zaman mucizelere inanan Audrey, 1989 yılından itibaren gönüllü olarak çalışmaya başladığı UNICEF aracılığı ile artık başka insanlara mucize dağıtıyordu. Kırılgan ve narin görünümünün altında, hayatın başka insanları yaşamaktan vazgeçirecek kadar büyük acılarına dayanabilen güçlü bir kadın vardı. Kusurlarını, hatalarını kabulleniyor kendini onlarla birlikte sevebildiği gibi, başkalarını da oldukları gibi kabullenebiliyordu. Her şeye rağmen ve herkese karşı tarafsız yaklaşabildi, başka insanlara bağlı acıları için hiç kimseyi suçlamadı. UNICEF’in çalışmalarını izledi, daha sonra neler yapabileceğini planlayıp harekete geçti. Kıtlık çeken Etiyopya’ya gitti ve orada etkin görevler üstlendi. Döndükten sonra tüm dünyaya demeçler verdi. UNICEF adına mülakatlar yaptı. Yardım etti, yardım toplanmasını sağladı. Türkiye’deki çocuk felci aşısından, Venezuela’daki kadınlar için verilen eğitimlere kadar her alanda çalıştı. Dünyanın her yerine, yalnızca UNICEF’in değil, iyiliğin ve yardımseverliğin de temsilcisi olarak gitti. Alan gezileri, dünya çocukları için katıldığı zirveler, fon toplamak için düzenlenen festivaller… Her şey yardıma ihtiyacı olan insanları, yardım edebilecek insanlarla buluşturmak ve duyarlılığı arttırmak içindi. Aşk ülkesinin pembe meleği: Audrey Hepburn Aşk ülkesinin pembe meleği: Audrey Hepburn

Audrey Hepburn

İnsanlara sevgi ve yardım dağıtırken, bir yandan çocukken yaşadığı ve yeniden nükseden hastalığıyla boğuşmaya başladı. 1992 yılının sonunda ABD’nin en yüksek ferdi ödülü olan “Özgürlük Madalyası”nı aldıktan bir yıl sonra, kanserle daha fazla mücadele edemedi ve hayata karşı ilk kez yenik düştü. Aslında bu da onun için bir son olamazdı, olmadı da. Gittiği yerden belki yıldızlar, belki yeni doğan bebekler aracılığı ile dünyaya ulaşan ruhunda sevgi, iyilik ve şefkat dalgaları onu tanıyan tanımayan herkesi etkisi altına aldı. Aşk ülkesinin pembe meleği: Audrey Hepburn

Audrey Hepburn

Etkin olduğu dönemden yıllar sonra bugün bile hala giyim tarzı örnek alınıyor, Tifanny’deki kahvaltısı konuşuluyor; unutulmayan karelerinin bulunduğu eşyaların vitrinleri süslüyor oluşu belki de gerçek bir melek olduğunun kanıtı. Dış görünüşün, iç dünyanın yansıması olduğuna inanıyordu ve tıpkı açıkladığı güzellik sırrında olduğu gibi insanlara iyilikle baktığı için güzeldi gözleri, yemeğini açlar ve yoksullarla paylaşmayı bildiği için zarif bir bedeni vardı; çocukların okşamasına izin verdiği için güzel saçlara, hep güzel şeyler söylediği için güzel dudaklara sahipti Audrey. Kibir ve cehaletle değil, bilgelik ve tevazu ile yürüdüğü için dikkatleri hep üzerinde topluyordu belki de. Siyah-beyaz filmlere kattığı renkler; duygularının, dünya görüşünün ve hayata olan aşkının renkleriydi.

Yazı: Ferhan Petek

Aşk ülkesinin pembe meleği: Audrey Hepburn Aşk ülkesinin pembe meleği: Audrey Hepburn

Bu da ilginizi çekebilir
Kapalı
Başa dön tuşu