Aşkın ruh hali

Aşk… Ya görüşümüzü bulandıran bir hastalık, ya da aciz ruhumuzun biricik merhemi… Belki de her ikisi… Sizce hangisi?

Edirne’de bir “İkinci Bayezid Külliyesi” vardır ki, ömrünüzde uğrayabileceğiniz en huzur dolu mekânlardan biridir. Öyle ki içine girdiğinizde, izin verseler orada yaşamayı kabul edebilirsiniz. Osmanlı zamanında, akıl hastalarının musiki ve su sesiyle tedavi edildiği, şimdilerde ise müze olarak kullanılan bu mekânın iç bölmelerinde her hastalığa ayrı bir oda tahsis edilerek gelen her hasta ayrı bölümlerde tedavi edilirmiş. O zamanki isimleri farklı, ama örnek verecek olursak, obsesif hasta için ayrı, şizofreni için ayrı bir oda var. Ama en ilginç ve konumuzla ilgili olanı ise, ayrılan odalardan birinin isminin “Kara Sevdalılar Odası” olması.

Evet, o zamanlarda büyük olasılıkla aşk mental bir bozukluk olarak görülmüş. Siz ne düşünürsünüz bilemem ama birçok insan için gerçeklik payı yok değil bu görüşün. Rasyonel veya mantıklı olarak göremeyeceğimiz çoğu davranış, aşk hali içinde gayet olağan görünür gözümüze. Temelde Yeşilçam’ın zengin kız fakir oğlan temasından farksız, Emily Bronte’nin tek romanı Uğultulu Tepelerden uyarlama aynı isimli filmde, baş rol oyuncumuz Ralph Fiennes’in aşık olduğu kadın Juliet Bionche’ye ve ailesine layık gördüğü onca eziyet başka hangi ruh hali ile açıklanabilir ki? Hatta filmin havası o kadar boğucudur ki, bu atmosferin yaratıcısı Emily Bronte’nin 30’lu yaşlarında vefat etmiş olması sizi şaşırtmaz.

Hayatta kalma dürtümüz, içimizde en baskın olan dürtü iken, aşık olduğumuzda sevdiğimize canımızı verecek kadar gözümüzün kararması başka iyi bir örnek değil midir? İnanılmaz sansürlere uğrayarak vizyona girdikten sonra, çoğu insanın tabiri caizse bir ağabey kardeş ilişkisi olarak yorumlamaya çalıştığı kült film Leon’un son sahnesinde, Natali Portman’ın oynadığı Matilda karakterini bir başına, sadece onun geçebileceği kadar dar havalandırmadan kaçırmaya çalışan Leon, Matilda’nın gözü yaşlı direnişi ile karşılaşır. Çünkü Matilda Leon’a aşıktır. Derdi hayatta kalmak değil, onunla kalmaktır. Aslına bakarsanız filmin derininde yatan hikâye bile, en az bu sahne kadar irrasyoneldir. Çünkü filmin yazar ve yönetmeni Luc Besson, kendinden yaşça oldukça küçük (emin değilim ama belki reşit bile değil) bir kıza aşıktır ve sosyal çevresi tarafından oldukça yadırganmıştır bu durum. Leon bu duygularla yazılmış bir filmdir ve aslında o içeriye hunharca giren özel timler onları ayırmaya çalışan toplumdur. Böylesine bir aşkın, bir tür ruhsal bir bozukluk olup olmadığı ise kelimelerin yetmeyeceği bir tartışma konusudur.

Tam tersi bir görüşte, insanın sevdiği kişiyi bulmadan önce yarım olduğudur. Kişi yalnız olduğu sürece doğru yoldan sapar ve ancak onu bulduğu zaman sağlıklı bir ruh haline kavuşur. Scent of a Woman filminde Al Pacino oldukça depresif, kadın düşkünü ve sevdiklerine azap bir karakteri oynar. Ona eşlik eden Chris O’Donnell ise onun bu huysuzluklarından bıkmıştır ama sürekli kadınlardan bahsetmesi de komik gelmektedir kendisine. Bir sahnede dayanamaz ve sorar “Sen hiç başka bir şey düşünmez misin?” Al Pacino’nun cevabı dokunaklıdır. “Ben her zaman bir kadının çıkıp uzun bacaklarıyla beni sarıp tüm dertlerimi unutturmasını bekledim.” Filmin sonunda da öyle olmuştur nitekim. Her ne kadar genç yaveri ile çıktığı içsel yolculuğun yaşadığı deneyimde etkisi olsa da filmin sonunda ondan etkilenen üniversite hocasının ona yaklaşması, hayallerin gerçek olacağına dair umutlandırır bizi. Acaba aşk da umut ettiğimiz sürece bizimle kalan, bazen tatlı bazen acı bir tür ruh hali mi?

Utku Akyüz

Utku Akyüz

Başa dön tuşu