Ateş / Murat Uyurkulak / Har
Ateş olan yerden duman çıkar
“… Biz yedi kardeştik… Bi baştan üç, bi de sondan üç sayıyorsun, ben işte o ortadakiyim… Benim en büyük abim, senden yakışıklı olmasın Sonyamuk abim, çok yakışıklıydı… Öğretmen de senden güzel olmasın ağabeycim, pek güzeldi… Abimle öğretmen birbirlerini derenin kenarında görmüşler, görür görmez de alev alev yanar olmuşlar… Gel zaman git zaman, bakmışlar böyle olmıycak, karar vermişler evlenmeye… Abim meseleyi babama açınca, babam önce karşı çıktıydı… Babam, senden gıcık olmasın abi, çok gıcık bi adamdı…”
Hayatlarında şans diye bir şeyden asla söz edemeyen, daha doğarken yanlışa denk gelen insanlar vardır. Onlarla ortak bir dil bulmanıza, öyle ulu orta bir yerde evrenin bütün iyelik eklerine ayar çekerlerken yanlarında durduğunuzda bile ne söylediklerini tam olarak bilmenize imkan yoktur. Onlar, gönülsüz işten doğmuş hayırsız evlatlardır. Koca şehirleri leblebi nohut gibi yutmaya hazırlanan bir zalimin kursağına kiraz çekirdeği itecek kadar gözü kara olsalar da dizinize yatırıp sessiz sessiz sırtlarını sıvazlasanız gözyaşları etinize işleyecek kadar narin çocuklardır. Yanlışa denk gelmenin türlü çeşit teranesini, hayatın en acımasız kerhanesini, sadece şeytanın ve cinlerin ve Numunelerin ve Yamukların ve Onbeşlerin, Hürlerin, Kumralların ve Ballıların ve elbette Büyük A’nın hasbıhal oldukları nice hanesini onlar bilirler. Onların bir sokak arkada olduklarını, onların arkanızdan geldiklerini, onların cevabı bazen size bizzat verdiklerini fark edemezsiniz. Görünmez olduklarından değil, yakıştırılmaz olduklarından…
“Yağmurun babası kimdi, biliyordu… Biliyordu buz ve ateş kimin rahminden çıkardı… Gün günden solarken benzi o ışıksız mekanda, kalk ey Büyük A, diye bağırmak istiyordu, kalk ve gör kendi davanı, âlemler zorbalıkla doldu… Lakin bağırmadı, gözyaşlarıyla tecil etti isyanını… Asiler, kendileri gibi karanlık odalarda, idam fermanını yazmışlardı adayımızın… Ki onlara harlı bir lanet vardı, gebe kadınların karnı yarılacak, bütün şehirleri ebedi harabelere dönecek, belleri titreyecek, bakiyeleri azaplardan azap beğenecekti ve…” Tefail, çiğnediği kibrit çöpünü tükürüp bağırdı: “Edebiyat yapmayın lan, sadede gelin artık… Anlatın, nasıl öldünüz?”
Nasıl anlatsınlar! Anlatsalar da bizi nasıl inandırsınlar! Kendi anaları babaları bile diğer evlatlarına kana kana şıralar içirirken onları çıralarla yana yana büyümeye mecbur etmişler. Öbür evlatlarını pamuklara sararken, ne verdim de ne bekliyorum demeden bunların düşlerine ateş basmışlar. Yanmış yani bu çocuklar. Bu delikanlılar yanmış. Hepsinin sabaha ermiş kor gibi kokması da bundan. Bu çocuklar yanlışa denk gelmiş. Ne yapsalar, neyi kırıp dökseler yeridir değil elbette ama Murat Uyurkulak’ın ‘Har’lattığı bu gerçeği bu çocuklar nasıl değiştirsinler; doğru onlara hiç ikramda bulunmamış ki. Şimdi doğuyla batıyı bu çocuklar bölüşmeye kalksalar, kimi yakar diye umursamadan ateşi onlar atsalar ortaya bu defa, ellerinden hiç tutmayanları ellerinin tersiyle düzüyle itip esirgediklerini zorla almaya kalksalar hayatın elinden…
Ne yazılıyorsa biz onları okuyoruz ve hatta inanmak, inandırmak, öyle olduğuna kanaat getirmek için de el birliği ediyoruz. Kıyamet kopuyor oysa her gün o çocukların evlerinde, ellerinde. Biz hep bu dünyanın nasıl oluştuğuna kafa yoruyoruz da o çocukların, yanlışa denk gelenlerin dünyasının nasıl oluştuğunu hiç merak etmiyoruz. Har’da anlatmış işte Murat Uyurkulak. Öyle bir anlatmış ki hem de… Bizi kıyametin ortasına doğru bile isteye yola düşürecek kadar…
“Bu ülke, ki Netamiye derler adına, ulu bir ejderhanın mide fesadından doğdu. Biz oradaydık, gördük her şeyi. Kıyametin yarım boy küçüğü bir alamet gündü.”
Yazı: Emine Civanoğlu