Ateşli tutkuların şehri: Sevilla
“Endülüs beyaz bir güvercin, Sevilla da o güvercinin gerdanlığındaki en pırıltılı inci” demiş 11. yüzyılda bu diyarların bilge kişisi Kurtubalı İbn Hazm. O günden beri değişen pek bir şey olmamış. Bugün hala Endülüs’ün, nam-diğer Andalucia’nın en kıymetlisi bu portakal kokulu şehir… Hazırlanın, dillere destan Endülüs’ün başkentine gidiyoruz. Ziller ve şallar valizlere, haydi raks etmeye!
Yazı ve fotoğraflar: Özgür Çakır
Elimdeki kupanın üstündeki etekleri uçuşan ateşli flamenko dansçısı ile göz göze geldim ve rotamız hemen yanında büyük harflerle beliriverdi ilk yudumda… Sevilla, her gözeneğinden ter fışkıran flamenko dansçısı gibi; ateşli bir tutkunun şehri Sevilla.
Sevilla’ya İstanbul’dan Madrid, Malaga ya da Barselona aktarmalı uçmayı ya da örneğin Madrid’den hızlı tren marifetiyle ulaşmayı önermek mümkün. Aslında hazır niyetlenmişken Granada, Malaga, Cadiz, Sevilla ve Cordoba’yı içeren bir Endülüs tur yapmak en ideali. Dikkatli okurlar Endülüs’e Granada ile bir giriş yaptığımızı hatırlayacaktır. Girizgahı kaçıranlara 13. sayıya bir göz atmayı, Sevilla yolcularına ise kalacak yer seçimi için Santa Cruz ya da Centro bölgelerini önerelim.
Kıyısından nehir geçen her şehir gibi güzel… Atlantik Okyanusu’ndan esen rüzgârlarda saçlarını hoş bir edayla savuran, Don Juan’ların bıçkın bakışlarına aldırış etmeden Guadalquivir nehrinin sularında hayranlıkla aksini seyreden, iç yakıcı, melez bir Carmen kadar güzel Sevilla. İber Yarımadası’nın en bereketli toprakları ve eşsiz konumuyla bu dilber kimleri cezbetmemiş ki tarih boyunca: Romalılar 600 yıl, Müslümanlar 550 yıl yönetmiş. Ve tabi İspanyollar… Onca farklı uygarlık ve kültür Sevilla’da silinmez izler bırakmış, güzelliğine güzellik katmış. Doğanın bahşettiği güzelliklere, köklü uygarlıkların bıraktıklarına o da fazlasıyla karşılık vermiş. Çok kültürlülüğün, çok renkliliğin, müziğin, dansın, neşenin, tutkulu aşkların, umutsuz sevdaların, hoşgörü ve sanatın simgesi haline gelmiş zamanla. Bu şehrin suyundan içenler önemli izler bırakmış tarih boyunca. Sevillalı Adrianus, Roma İmparatorluğu’nu yönetmiş, Traianus ve Edirne’yi kurmuş. Toplumbilimin babası, iktisadın öncülerinden sayılan İbn-i Haldun’un ailesi de Sevilla göçmeni. Matematikçi ve astronom İbn Sah, şair ve düşünür Cabir İbn Aflah, şair Antonio Machado, Barok heykeltıraş Juan de Mesa, modern resmin temel taşlarından Diego Velazquez, Şair Gustavo Adolfo Becquer, meşhur flamenko dansçısı Cristina Hoyos da Sevillalı… Peki ya UNESCO tarafından Edinburg, Buenos Aires ve Berlin’le birlikte Müzik Kenti unvanına layık görülen Sevilla’nın 100’den fazla operaya esin kaynağı olmasına ne demeli? Bizet’in Carmen’i, Mozart’ın Don Juan ve Figaro’nun Düğünü’nü, Rossini’nin Sevil Berberi, Beethoven’in Fidelio’su, Verdi’nin La Forza di Destino’su, Donizetti’nin Maria Padilla’sı hep bu şehirde geçer. Cervantes’in Don Kişot’u Sevilla hapishanesinde iken tasarladığı ve kaleme almaya başladığı rivayet edilir. Don Jose’nin Carmen’e olan aşkı her yaz Sevilla açık hava tiyatrosunda defalarca sahnelenir. Carmen şehirle özdeşleşmiştir adeta. Şehirli kadınlar da onunla. Santa Cruz mahallesinin daracık taş sokaklarında gezerken gözlerinizin içine meydan okurcasına bakan Carmen’lerle karşılaşacaksınız şaşırmayın. Matador edasıyla dolaşan Don Juan’lar göreceksiniz. Sokaklarda kendinizi tiyatro sahnesinde hissetmeniz an meselesi. Balkonlardan flamenko şarkılarının, kahkahaların sokaklara yayılmasına tanık olacaksınız. Sokakta yürürlerken birdenbire coşup alkışlar ve topuklarıyla ritim tutan, şarkı söyleyip dans eden, sonra hiçbir şey olmamışçasına kaldıkları yerden hayata devam eden gençler göreceksiniz. Anı yaşayan, hayata “Mañana? Ya veremos” yani “Yarın mı? Hele bir yarın olsun bakarız” anlayışıyla bakan; yemeyi, içmeyi, eğlenmeyi önemseyen, arta kalan zamanda çalışan Sevillalıları…
Sevilla, baharı mart sonunda Paskalya kutlamalarıyla karşılar. Caddelerindeki narenciye ağaçları çiçeklenir, tüm kenti baş döndürücü güzelikte bir koku kaplar. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeki Santa Cruz Mahallesi’nin parke taşı kaplı dar sokaklarında yürümenin, portakal ağacıyla süslü küçük meydanlarını keşfetmenin tam zamanıdır bahar. Aralık-Ocak sayısında olduğumuza göre mart için rezervasyon yapmak için de en ideal zamandayız demektir. Benden hatırlatması.
Sevilla 700 bin merkez, 1,5 mliyon metropol nüfusuyla İspanya’nın üçüncü büyük kenti. 2004 ve 2008 yıllarında iki defa Olimpiyat Oyunları’na aday olmuş, birinci ligde bir şehirden bahsediyorum. Avrupa’nın sur içi bölgesi en geniş şehirlerinden. Atlantik Okyanusu’na kuş uçuşu 70 kilometre uzakta olmasına rağmen tarih boyunca ülkenin önemli liman kenti olmuş. Kıyısından geçen Guadalquivir ile bağlanıyor okyanusa ve bu sayede ırmakta 105 kilometre yolculuktan sonra açık denize ulaşılması onu saldırılara karşı güvenli ve cazip kılmış. Sevilla, Endülüs Emevileri ve sonrasındaki küçük Müslüman sultanlıklarla önem kazanmış. 1248’de III. Fernando’nun fethiyle Hıristiyan İspanyolların eline geçmiş. 1492’de Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfiyle açılan sömürge çağında Afrika ve Uzakdoğu’dan getirilen mallar hep bu limandan Avrupa’ya girmiş. Altın, gümüş, kahve, tütün, o yıllarda Avrupa’da hiç bilinmeyen domates, patates önce Sevilla’ya uğramış. Bugün şehrin sokakları, parkları o günlerin mirası egzotik ağaçlarla dolu. Zamanla ticaretle zenginleşip “Altın Şehir” adını almış. Sermaye birikimi daha sonra sanayi devriminin önünü açmış.
18. Yüzyıl’da İspanya Krallığı’nın duraklaması ve sömürgelerini kaybetmesi ile ticari kayıpların acılarını yaşamış Sevilla. 1929’da ise Ibero-American Fuarı’yla silkinip yeniden yükselişe geçmiş. Barcelona’nın Olimpiyat sonrası yaşadığı değişimin bir benzeri Sevilla için de geçerli. 1992 Expo Fuarı şehri hareketlendirmiş ve modern yüzünü geliştirip gürbüzleştirmiş. Sevilla, Endülüs Özerk Bölgesi’nin başkenti seçilip, ardından İspanya Avrupa Birliği’ne girince eski parlak günlerine kavuşmuş ve tarihi dokusunu kaybetmeden uluslararası etkinliklere ev sahipliği yapan bir dünya şehrine dönüşmüş.
Gelelim “gezelim görelim” köşemize. Londra’da olduğu gibi müzeler üzerine kuracağımız bir rota önermeyeceğim elbette. Sevilla müze gezilecek bir şehir değil. Burası, kanalizasyon kapaklarından bile çiçeklerin fışkırdığı, her sokağı gizli bir bahçeye açılan, her evi kartpostal güzelliği taşıyan ve güzelliği ile insanı afallatan bir şehir. Vaktimizi eski sur içinde yani genelde Santa Cruz bölgesi ve çevresinde geçireceğiz. Görülecek yerler hep yürüme mesafesinde olacak. Taksi, otobüs ya da metroya ihtiyaç duymayacaksınız. Ki zaten 2009’da yeni inşa edilmeye başlanan metro ve tramvay hattı diğer Avrupa şehirlerine kıyasla oldukça zayıf.
Sevilla’nın İspanya İç Savaşı (1936-1939) boyunca milliyetçilerin elinde kalması ve hiçbir çarpışmaya sahne olmaması nedeniyle kentteki birçok mimarlık anıtı ayakta kalmış. Guadalquivir Nehri şehri ikiye bölüyor. Aslında Guadalquivir de değil nehirden şehrin içine doğru uzatılmış olan bir kanal şehri ikiye bölen. Yazının devamında kendisinden Sevillalılar gibi ben de nehir olarak bahsedeceğim çaktırmayın. Düzensiz bir planı bulunan Santa Cruz mahallesi yani eski kent alanı kanalın, yani nehrin doğu yakasında yer alıyor. Dar ve dolambaçlı sokaklar, kapalı küçük meydanlar ve Magrip üslubunda inşa edilmiş süslü evler şehrin cazibe merkezi. Diğer yakadaki semtin adı ise Triana. Daha az turistik, yerel halkın takıldığı mekanlarda vakit geçirmek için doğru adres aslında kanalın diğer yakası.
Vakit kaybetmeden yollara düşmenin vaktidir. Zaten liste çok kalabalık değil aslında. Meydanda, dünyanın üçüncü büyük katedrali olan Sevilla Katedrali’ni göreceğiz. Bir de eski İspanyol kentlerinin olmazsa olmazı, Alcázar’ı. Sonra sokaklarda kaybolacağız. Daracık taş sokakları portakal ağaçlarıyla süslü küçük meydanlara açılan şirinlik muskası Juderia yani eski Yahudi Mahallesinde salınacağız. José Feliciano’nun özel bir şarkı yazdığı minicik Doña Elvira Meydanı’nında seramik banklarda dinleneceğiz. Yolumuzu mutlaka düşürüp Calle Mateos Gago’da eski bir hamamdan dönüştürülmüş Bar Giralda’nın tapaslarına tadıp buz gibi jerez ya da manzanilla içeceğiz. Akşamında mutlaka Calle Levies’te kömür deposundan müzikhole dönüştürülen La Carboneria’ya uğrayıp flamenko gösterilerini izleyeceğiz. Kentin ruhunu daha iyi anlayacak ve artık turist değil ahbap moduna geçeceğiz. Gerisi sizin içgüdülerinize ve koku alma yetinize kalmış. Arnavut kaldırımı döşeli, tarihi, daracık sokaklarıyla sizi alıp başka bir aleme götürecek Sevilla. İki kişinin yan yana zor yürüdüğü bu daracık sokaklarda tezgah açan satıcılardan eşe dosta hediyelik eşyalar alacağız. Bir de her çeşmede beyaz güvercinler eşliğinde su içeceğiz. Sadece suya değil huzura da doyacağız. Sonra yakınlardaki arenadan yükselen sesler bozacak sessizliği. Boğa güreşinin mabedinde bir yandan boğaya üzülecek bir yandan kültürün zenginliğine hayran kalacak, karışan aklımızı ve vicdanımızı turist olmanın masumiyetiyle temize çekeceğiz.
Santa Cruz’dan nehire doğru yürüdüğünüzde yolunuzun düşeceği La Avenida de la Constitución üzerinde göreceğiniz görkemli yapı “Catedral de Santa Maria de la Sede de Sevilla”. Biz kısaca Katedral diyebiliriz. Endülüs’ten kalma Merkez Cami’nin üzerine inşa edilen, ismi gibi kendisi de devasa olan katedral Gotik mimari olarak dünyanın en büyük, kilise yapısı olarak ise dünyanın üçüncü büyük yapısı. Sevilla Katedrali yapılıncaya dek Ayasofya dünyadaki en büyük katedralmiş ve bin yıldan fazla bir süre bu unvanını korumuş. Kristof Kolomb’un mezarının da bulunduğu iddia edilen katedralin yanında Giralda Kulesi yükseliyor. Giralda Kulesi şimdi yerinde yeller esen eski Emevi Cami’nin minaresi. Dikdörtgen planlı minare Magrip motifleriyle süslü sarı tuğlalar ve taş plaklarla kaplı. Camiden geriye kalan minareye, yani Sevilla’nın sembolü olan La Giralda çan kulesine 35 kat rampadaki 375 basamakla çıkmayı göze alanlar 95 metreden Sevilla’yı kuş bakışı seyredebilirler. Manzara nefis. Aslında kule de katedralin kendisinden güzel. Müslümanlar kenti terk ederken taş taş söküp götürmek istemiş, ancak III. Fernando’nun “götürülecek her taş için bir baş keserim” tehdidi üzerine La Giralda yerinde kalmış. Katedralin bitişiğindeki, yapımı 1599’da tamamlanan Lonca Evi’nde (Casa Lonja) günümüzde Batı Hint Adaları Genel Arşivi yer almakta. Bu arşiv Yeni Dünya’daki İspanyol sömürge imparatorluğunun tarihi ve yönetimiyle ilgili çok sayıda kitap, plan ve yazma ile milyonlarca belge içeren zengin bir koleksiyona sahip.
Katedral, istediği kadar dünyanın üçüncü büyük katedrali olsun söylediğim gibi dünyanın en güzel katedrallerinden biri değil. Buna karşılık hemen arkasında yer alan Magrip döneminden kalma en güzel yapı olan Alcázar Sarayı mutlaka gezilmeli. İç içe geçmiş avluları, geniş bahçeleri ve günümüzde halen İspanya hanedan mensupları tarafından kullanılan salonları ile muhteşem. Ama laf aramızda bir Elhamra değil (Bkz.Granada). 10. Yüzyıl başında Endülüs Emevileri’nce yapımına başlanan kale saray, sonradan gelen sultan ve krallarca genişletilmiş ve dev bir komplekse dönüşmüş. Bu nedenle o da katedral gibi hem Magrip üslubunun, hem de gotik üslubun özelliklerini taşıyor. Sarayın girişinde yazılı Virgilio’nun veciz sözü ilginç: “Her şeye hazırlıklı ol!”. Bir zamanlar Alcázar’ın dış surlarının bir parçası olan, tuğladan yapılma 10 köşeli Altın Kule (Torre del Oro) sarayı çevreleyen surların yıkılması ve araya şehrin girmesiyle nehir kıyısında kalmış ve şehrin bir diğer sembol yapısı olarak S. Telmo Köprüsü’nün hemen dibinde ziyaretçilerini ağırlıyor. Torre del Oro için katedralin arkasındaki Constitución Bulvarı’ndan sola dönüp Guadalquivir Nehri’ne yönelin. Yolunuzun solunda kral için yapılıp sonra turizmin hizmetine sunulan masalsı güzellikteki Alfonso XIII Oteli’ni göreceksiniz. Nehir kıyısına vardığınızda sağa doğru ilerleyin, limanı koruma amaçlı yapılmış olan, günümüzde ise Deniz Müzesi olarak hizmet veren Altın Kule ve sonrasında sağınızda boğa güreşleri yapılan La Real Maestranza de Caballería de Sevilla yani şehrin arenası sizi bekliyor. Arenanın karşısında da Carmen heykeli. Torre del Oro’nun kıyısında ise nehir turlarının başlangıç noktası. Günü batırmaya yakın bir saatte olduğumuza göre nehri altın gerdanlıklar gibi süsleyen dokuz köprüyü görmenin en güzel yolu olan nehir turunu yapmanın zamanı.
Motor turuyla EXPO 92’nin Sevilla’ya kazandırdığı çağdaş mimari harikası yapıları, Eiffel’in Triana Köprüsü’nü, Santiago Calatrava’nın Alamillo Köprüsü’nü ve meşhur La Barqueta Köprüsü’nü de aradan çıkardığımıza göre nehrin öte yakasına geçip eskiden buram buram flamenko kokan, Çingene kimliğinin damgasını vurduğu Triana semtini gezebiliriz. Irmak boyunca uzanan Betis Caddesi ırmağa nazır balık restoranları ve barlarla dolu. Restoranlardan en tanınmışı Rio Grande. Barlardan ise Lo Nuestro’yu tavsiye listesine yazabiliriz. Enerjisi olanlar ve İspanyol yaşam biçimine adapte olmaya niyetliler için saat 01.00’de programın başladığı La Madruga, Sevillalı gençlerin sabaha kadar flamenko şarkıları söyleyip, tutkuyla dans ettikleri müthiş bir bar. Flamenko için bir diğer alternatif San Bartolome Kilisesi yakınındaki Calle Levies isimli sokakta bulacağınız “La Carboneria…” Giriş ücretsiz. İçecekler hesaplı. Flamenko da harika. 23.00’de başlıyorlar. 23.30’da kısa bir ara verip 24.00’te de bitiriyorlar. Şanslıysanız ve özel bir şova denk geldiyseniz nefeslerinizi tutun. İlk nota ile birlikte avluya bir sessizlik çökecek, kıpırdananlar duracak ve yanık içli bir ses örneğin “En tus palabras” diye şarkıya başlayacak. Kara kuru, sıska bir adam belirecek siyah uzun belli dar pantolon, vücuduna oturan sımsıkı bir ceketle. Yanında büyük puantiyeli eteği fırfırlı, kalın dudaklı, saçı topuzlu esmer genç bir kadın. Kadının gözü adamın üzerinde. Attığı her adımı izliyor gibi. Yavaş yavaş kollar kanatlanacak ve topuklarını vura vura dans etmeye başlayacaklar. O eciş bücüş, o kara kuru, o sıska adam devleşecek. Carmen yaşı kaç olursa olsun dünyanın en güzel genç kadınına dönüşecek birden. Her topuk darbesinde siz de içine çekileceksiniz şovun. Siz hayran, onlar gözünüzün önünde aşık olacak, kavuşacak, ayrı düşecek ve belki de ölecekler. Siz bunların hepsinin o sürede gerçekten olup bittiğine inanacaksınız…
Gece hayatı geç başlayınca diğer İspanya şehirlerinde de olduğu gibi özellikle hafta sonları Sevilla’da hayat gündüzleri oldukça durağan. Özellikle yaz aylarında kırk dereceyi aşan hava sıcaklığı ile gündüzleri sokağa çıkmak neredeyse imkânsız. Zaten öğlen saat 14:00 ile akşam 17:00 arası da siesta (öğle uykusu) vakti olduğundan turistik mekanlar dışında bütün dükkanlar ve iş yerleri kapalı olacak şaşırmayın. Hatta bankalar bile saat 14:00’a kadar çalışmaktalar. Yani Sevilla’da hayat 17:00’dan sonra başlar desek yeridir. Bu yüzden tapas turları ve eğlenceyi akşamüstleri ve daha geç saatlere ertelemek, gezilecek görülecek yerleri de erken saatlerde aradan çıkarmak gerek.
Ertesi güne “tostada”lı bir kahvaltı sonrası şehrin meşhur parkı Parque de Maria Luisa’da başlamak ve tazelenmek gerek. Alcázar’ın bahçeleri yetmezmiş gibi bir de faytonların fink attığı bu devasa, tropikal bir ormanı andıran botanik parkını yapmışlar şehrin en güzel yerine. Hem de yanı başına. Aradaki üniversite binasının bahçelerinden söz etmiyorum bile. Olacak iş değil. E artık bize de gelmişken bisiklet ya da fayton keyfi yapmak düşer. Bu arada sırası gelmişken tabanvay dışında iki tekere düşkün olanlar için Sevilla’nın bir cennet olduğunu da belirtmeli. Şehrin her yerinde bisiklet yolları ve “kullan bırak” sistemiyle kiralama imkanı mevcut. Parkta ve Avenida de Palmeras bulvarı üzerindeki birbirinden güzel binalar ise 1929 Fuarı’nın katılımcı ülkelerin pavyonlarıymış. Bugün müze, kültür merkezi ya da konsolosluk olarak kullanılıyor. Parkın doğu ucunda Sevilla’nın bir başka anıt yapısı bizi bekliyor: iki yüz metre çapında, yarım çember şeklindeki görkemli mimarisi ile Plaza De España (İspanya Meydanı). 1914 yılında yapımına başlanan 1928 yılına yapımı fuardaki İspanya Pavyonu olan bu şaheser İspanyolların gurur duyduğu yapılardan biri. Günümüzde Sevilla Üniversitesi ve Endülüs Özerk Bölge Yönetimi hizmet binaları olarak kullanılıyor. Meşhur İspanyol yelpazesini andıran meydanda tüm İspanya kentlerinin göz alıcı seramik fayanslarla resmedildiği locacıklar var. Hediyelik eşya satın almak için İspanyol Meydanı iyi bir seçim olabilir. Desenleriyle göz alan şallar ve İspanyolların küçük boyutlu ve ahşaptan yapılan yerel çalgıları kastanyetler ve yelpazeler turistlerin favorisi. Sizin de olabilir. Sinema tutkunlarına küçük bir dipnot: Arabistanlı Lawrence ve Star Wars filmlerinin bazı sahneleri burada çekilmiş.
Parktan çıkıp Santa Cruz’a doğru yürüdüğünüzde hemen solunuzda göreceğiniz bina Carmen Operası’nda da bahsi geçen Tütün Fabrikası. Barok ve rokoko üsluplarındaki bu harika bina artık Sevilla Üniversitesi. Çekinmeyin içeri girin. Kızlı erkekli öğrencilerin arasına karışın. Kantinden çift kaşarlı tost alın ve avlulardan avlu beğenin. Yanı başınızdaki Japon turistleri görmezden gelmeyi başarırsanız üniversitenin öğrencisi gibi hissetmeniz ve açıklanan not listelerinde adınızı aramanız an meselesi.
Herkesin her daim bakımlı olduğu ve insanların şık şıkıdım dolandığı bu şehirde insanlar o kadar içten ve sıcak ki sizi tanısınlar ya da tanımasınlar mutlaka selam verip yardımcı olmaya çalışacaklar. Bir “hola”nız yeter, çekinmeyin kaynaşın. Mümkünse Sangria içmeden, Paella yemeden, Tapas barların en lokalini bulup cesur patatesleri (Bkz. Patatas Bravas) hüpletmeden, ateşli bir Carmen veya yakışıklı bir matador keşfetmeden dönmeyin. Berberleri meşhurdur (Bkz. The Barber of Seville). Yolunuz düşmeye yakınken saçınızı, varsa sakalınızı uzamaya bırakın. Sevilla’ya vardığınızda berberin koltuğuna iyice gömülün. Yanlardan aldırmayın, kulakları açtırmayın, üstlere dokundurmayın. Sadece o berber koltuğuna oturup sokaktan gecen atların ritmiyle bir Bulerias’ın beyninizde karıncalanmasını duyumsayın. Berber kovana kadar da kalkmayın. Berberlerin birbirlerine “bre berber beraber dövelim bu hergeleyi” demelerine de kulak asmayın. Dünyanın en iyi kalpli berberleri iki çift dudağın ancak geçebileceği Sevilla sokaklarında dükkan açarlar, keyfinize bakın.