Bir anda…
Çok klişedir, bir o kadar da doğru; pamuk ipliğine bağlı hayat. Küçük şeylerdir aslında insanın hayatına yön veren. İletilen e-postalara konu olan rahimde taşlaşmış cenin gibi, doğmamış, doğamamış hayatlarla doluyuz. Girilmeyen sokaklar, dönülmeyen dönemeçler, açılmayan kapılar kim bilir ne farklı sonuçlara gebe… Ve hepsinin de düğüm noktası şu küçük şeyler: kaçırılan vapur, çalınan kapı, küçük bir tebessüm, ya da patlayan bir lastik… Her gün onlarca minik detay yönlendiriyor hayatımızın seyrini, rotamızı çiziyor.
“Hayatımızın birtakım ehemmiyetsiz teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın, tren penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu mini mini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Göz mü mühim, kömür parçası mı diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa, ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk.”*
“An”lar var hayatlarımızda, geriye dönüşü ya da telafisi olmayan “an”lar…
An: Zamanın bölünemeyecek kadar kısa parçası, lahza (TDK Güncel Türkçe Sözlük). Zamanın bölünemeyecek kadar kısa bir parçası, insanın yaşamının seyrini değiştirebiliyor. Bir “an”lık dikkatsizlik, bir “an”lık öfke, bir “an”lık dalgınlık, bir “an”lık kontrolünü kaybetme… “An”lık hezeyanlar sonucu tek gidişlik biletler kesiliyor. Köprüler atılıyor, gemiler yakılıyor. Ve bir “an”da anlayabiliyorsun ki, “benim” dediğin pek çok şey aslında hiçbir zaman senin olmamış. O “an”a dek yaşadığın hayat baştan sona bir yanılsamaymış. Saat 12’yi vurmuş, Cinderella’dan Külkedisi’ne dönüvermişsin. Çevreni saran o kalabalık, prens sandığın adam, döne döne dans ettiğin saray buhar olup uçmuş, kendi başına kalakalmışsın.
“Bir insanın bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey. Bunun böyle olmaması lazımdı…”*
Ama olmuştur bir kere. Bir anda…
Çok daha farklı bir yarına uyanmaya neden olacak bir “an”da…
Hayata ve insanlara -en sevilenlere bile- bir daha aynı gözle bakamamaya neden olacak bir “an”da…
“Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir rüya, tam bir vehim olduğu ortaya çıkınca ne yapılabilirdi? Bu sefer inanmak ve ümit etmek kabiliyetini ben kaybetmiştim. İçimde insanlara karşı öyle bir itimatsızlık, öyle bir acılık peyda olmuştu ki, bundan zaman zaman kendim de korkuyordum. Bana yaklaşmak isteyenlerden kaçtım. En çok kendime en yakın bulduğum veya bulacağımı zannettiğim insanlardan korkuyordum. “O bile böyle yaptıktan sonra…” diyordum. Bazen kendimi bir müddet için unuttuğum, bir insanda kendime yakın taraflar bulduğum oluyordu. Fakat kafama, çıkmaz bir şekilde yerleşmiş olan o korkunç hüküm, derhal kendini gösteriyor: “Unutma, unutma ki, o sana daha yakındı… Buna rağmen böyle yaptı…” diye beni hakikate davet ediyordu. Herhangi bir kimsenin bana bir adıma kadar yaklaştığını görüp ümitlere düşsem, hemen kendimi topluyor: “Hayır hayır, o bana daha çok yaklaşmıştı, aramızda artık mesafe bile kalmamıştı… Fakat işte sonu!” diyordum. İnanmamak, inanamamak… Bunun ne kadar korkunç olduğunu her gün, her an hissediyordum… Ne lüzumu var? Yeni aldanmalara, yeni inkisarlara düşecek olduktan sonra ne lüzumu var?” diyordum. Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı. Ona kızgın değildim. Ona kızmama, darılmama, onun aleyhinde düşünmeme imkân olmadığını hissediyordum. Ama bir kere kırılmıştım. Hayatta en güvendiğim insana duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı. İnsanlara kızmama imkan yoktu, çünkü insanların en kıymetlisi, en iyisi, en sevgilisi bana en büyük kötülüğü etmişti; diğerlerinden başka bir şey beklenebilir miydi? İnsanları sevmeme ve onlara tekrar yaklaşmama da imkan yoktu; çünkü en inandığım, en güvendiğim insanda aldanmıştım. Başkalarına emniyet edebilir miydim?
Her şeyi, her şeyi, bilhassa ruhumu hiç bulunmayacak yerlere saklamalıydım…“*
Hüzün tam da böyle bir şeydi…
* Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna
Yazı: Gözde Aral Ocak Fotoğraf: Engin Çakır