Bir deliler evinin yalan yanlış anlatılan kısa tarihi / Ayfer Tunç

Ayfer Tunç - Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi

Yazı: Emine Civanoğlu

Ey sevgili yaşam, bu şarkıyı da benim için çal

Böyle zamanlarda kadere lanet eder, bağırır, çağırı, rapor alıp evine çekilirdi. Evde pijamalarını giyip içine kapanır, raporlu olduğu süre boyunca dışarıya çıkmaz, doğru dürüst yemez içmez, hızla kilo verir, teyp ve kaset devrine çoktan geçildiği halde ısrarla kullandığı portatif pikabındaki kırkbeşlik plaktan sabah akşam ayını şarkıyı dinlerdi; Seçil Heper’den ‘Nur saklımızın, gül ki bahar bahtına yansın / Sen başka ziya, başka hayal, başka zamansın.’ Bu şarkının içli sözlerinde, gerçekleştiremediği kendisini buluyor; kader gülmüş olsa başka bir Ziya olacağına ama ne yazık ki yaşamın ona en ufacık bir mutluluğu bile çok gördüğüne bütün varlığıyla inanıyordu.

Yaşam, herkese aynı davranmıyor. Bazılarını, köklü bir sülalenin kısır oğluna erkek evlat vermiş gelin gibi kucaklayıp bağrına basarken, bazılarını da çürümüş et gibi akbabaların önüne atıyor. Tabii yaşamın planlarından bağımsız olarak ve ona haddini bildirircesine harekete geçip bindiğimiz trenin uçuruma doğru olan yönünü değiştirerek bizi kurtaran, adına herkes tarafından ‘şans’ denilen ahbap da her zaman yan gelip yapmıyor. Yaşamın ayrımcılık yaptığı, kimilerini yalılarda, kimilerini çalılarda yaşattığı durumlarda ‘şans’ da her zaman armut toplamıyor. Yazdığı her şeyi güldüren, umutlandıran, inandıran, cesaretlendiren bir büyü gibi üstümüze üfleyen Ayfer Tunç, yaşamın ve şansın aynı coğrafyada bir avuç insana neler yapabileceğini, o insanların hayatlarının nasıl arapsaçı gibi birbirine dolanıp ama yine de su gibi hiç karışmadan kalabileceğini anlatıyor.

Kimilerine olur, kitap orada öylece durur ama içeride türlü türlü olaylar cereyan eder ve sizin aklınız sürekli kitaba gider; sanki okumadığınız zamanlarda çok şey kaçıracakmışsınız ve kahramanlar sizden habersiz çok acayip şeyler yaşayacaklarmış gibi.

Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi, kitap rafında öyle kitap gibi durup duran kitaplardan değil. İçinde yaşamları hakkında başlangıçta fikir bile yürütemeyeceğiniz türden garip, normal, kaçık, temizlik hastası, saf, cahil, akıllı, fesat, iyi kalpliliği tiksinti düzeyinde, oralı, buralı, ciğeri beş para etmez, kalbi altın kadar ışıltılı insanlar yaşıyor. Hemşireler, başhekimler, bakan eşleri, esnaflar, müteahhitler, gece bekçileri, ev kadınları, üvey oğullar, taksiciler, paşalar, emekli edebiyat öğretmenleri, zabıtalar, muhasebeciler, kalburüstü mahalle esnafı, kalburdan düşmüşler, güzellik kraliçeleri, marangozlar, kaçak domuz avcıları, zengin halalar, eltiler, kayınpederler, serseri öğrenciler, kız gibi erkekler, erkek gibi kızlar, hanımlar, beyler… Hepsinin de ayrı ayrı roman olacak türden olaylarla dolu yaşamı, tek bir romanda hepsinin ağırlayan akşam yemeğinin yendiği dev masanın dantel örtüsü gibi örülmüş. Bu acayip örgünün ilmekleri arasında, kitabı elinize alıncaya kadar varlıklarının esamesi okunmayan bunca insanın tuhaflıkları arasında, akıllılarla deliler arasında kendinize bu kadar kolay, bu kadar çabuk ve bu kadar muhabbet dolu bir yer bulabildiğinize şaşırmayı bile unutacaksınız.

“Aramayı bile reddettiği için kedisine bir hayat arkadaşı bulamamış olan yalnız ve yorgun cerrah, ne zaman bu tür geri dönüşsüz operasyonları yapmak zorunda kalsa, kadere lanet konulu periyodik bunalımlarından birine girerdi. Kapısında yazan koskoca devlet ibaresine rağmen, devlet tarafından sürekli ihmal edilen; talepleri gerekçeli gerekçesiz geri çevrilen hastanede yaşanan araç, gereç, ilaç eksikliğinin kendisini bu operasyonlara çok sık mecbur ettiğini söylese de sık sık girdiği bunalımlar ve yaptığı ameliyatlar hakkında rivayet muhtelifti. İyimserler, cerrahın kurtarılabilecek organları malzeme yokluğu ve tıbbı donanım eksikliği nedeniyle kurtaramadığı için bunalıma girdiğini söylüyorlar; kötümseler, ise cerrahın yine bunalıma girdiği için kol, bacak veya kulak kepçesini kestiğini, bu organların çoğunun aslında kurtarılabilecek durumda olduğunu iddia ediyorlardı.”

Bir ucu 19. yüzyılda, bir ucu günümüzde geçen, zaman ve mekan sınırları olmayan bir kitap bu. Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi görmüşlüğünüz, içine girmişliğiniz, içinde öyle ya da böyle herhangi bir nedenle kalmışlığınız, öyle bir yeri yakından tanımışlığınız var mı? Böyle bir yerde akıl aramak pek mantıklı olmayacaksa bile onca akıl yoksununun bunca akıllıyı sulu götürüp susuz getirecek türden garipliklerine alışmanız sadece birkaç sayfa sürecek. Bütün gün hastanede elinde kek tabağıyla gezen Nebahat Hanım’ın neden böyle saçma davrandığını, Bedia Hanım’ın üvey oğlu iken ikinci kocası olan Erdem Bey’in esrarını, Vekil Bey’in biricik oğlu yakışıklı damat Suphi’nin kumarbazlığının nelere mâl olduğunu, fotoğrafçı Karnik’in ününün nereden geldiğini öğrenmeye giden satırlarda başka başka ayrıntıların tatlı rayihasıyla dalıp gideceksiniz.

Neler neler olacak siz okurken. Yanınızdan kimler kimler geçecek. Bazıları daha önce duymanıza imkan bile olmayan küfürleriyle, bazıları yağlı saçlarıyla, bazıları kendisinden yirmi beş yaş büyük karısına olan büyük aşklarıyla kacak aklınızda. Kitapta toplam kaç karakter olduğunu yazarın kendisi bile pek kesin bilmiyor, zaten siz de çoğunu unuttuğunuzu zannedeceksiniz kitap bitince. Öyle olmayacak oysa; bir gün Etiler’de bir restorana gideceksiniz ve daha “Etiler’de bir restoran” derken, kumarhaneci Reşat Özyılmazel’i yani Mesarati Reşat’ı karşınızda göreceksiniz. Onlar olur olmaz yerlerde aklınıza gelip karşınıza çıktıklarında bazen ‘deliriyor muyum acaba’ diye düşüneceksiniz ama sıkıntıya gerek yok. Her seferinde, orada anlatılanlar gibi bir yaşamınız olmadığı için derin bir oh çekeceksiniz.

 “Karadeniz şehirlerinden birinde, denize sırtını dönmüş biçimde inşa edildiği için görenlerin içinde anlamsız bir küslük duygusu yaratan bir Ruh Sağlığı Hastanesinin en üst katındaki konferans salonunda, konuk konuşmacı Ülkü Birinci, 14 Şubat Sevgililer Günü nedeniyle, Aşk: Özveri mi? Benliği Korumak mı? Başlıklı bir konferans veriyordu. Nietzsche’den aparttığı bir cümleyi konu başlığı olarak seçen Ülkü Bey, psikoloji doçentiydi, İstanbul’da uyduruk bir özel üniversitede görevliydi. Çoğunluğu mankafa olan öğrencilerine ders anlatırken kullandığı yüksek tansiyonlu üslubuyla konuşuyordu kürsüde.”

Bu da ilginizi çekebilir
Kapalı
Başa dön tuşu