Bir günlük yerim kaldı ister misin?
Yaşamı düşlerinde sürdürmeyi seçmiş, dik başlı eski zaman bakiresi; dünyaya kaydını bir türlü yaptıramamanın tragedyasını komik bir imgeye dönüştürerek yadsımaya çalışan hüzünlü palyaço; yaşamla buluşmasına bitişe birkaç kala yetişen geçmişi karışık yalnız kadın; doğmak için ölen yaşayamamış yazar eskisi… Bu dördüne hikaye boyunca eşlik eden ölüm meleği, şeytan, ölümsüz büyücü ve birkaç kişi daha.
Tanrının sırtını döndüğü varsayılan bir ülkede, tanrıya koşulsuz şartsız inanlarla, bütün emelleri şehvet dolu bir gecenin sonunda kadife tenlerle tütsülenmiş ruhlarını kızgın çöl kumlarına zerre zerre sermek ve öylece tembel tembel akşamı etmek olan allahsızların birlikte yaşadığı bir yerde, o verimsiz topraklardan beklenmedik bir görkemle bulutlara doğru yükselen abidelerin gölgesi altında, çoğumuzun hayal etmeyi bile beceremeyeceği bir hikayenin gizemli insanları… Onlar bu kısacık, küçücük, pamuk kadar hafif ama en büyük taştan daha ağır kitabın kahramanları. Ne Azima’nın yerinde olmak isterdik ne İdris’in ne Fatima’nın ne Bilal’in ne Kirkor’un ne Hektor’un. Görmek istemeyeceğimiz, görsek bir türlü sindiremeyeceğimiz, bildikten sonra hiç bilmemiş olmak için içimizi dışımıza çıkaracak bir tiksintiyle kusarak ölmek isteyeceğimiz türden şeyler yaşanırken etrafta, hiç orada olmak istemeyeceğimiz bir yer orası.
“……Ve ağustosun o gecesi böyle başladı. O ağustosa gelince… Çizgisel zaman olarak, o ağustosun bu gecesi şu an için hayli eskilerde, farkındasınız. Oysa, olanlar bu akşam da olabilir ya da gelecek hafta bir akşam. Çünkü hikayemiz tamamlanmış zamanları anlatmıyor. Çizgisel zamandan özgür, sürüp giden süresizlikteyiz artık. Coğrafyaya gelince, yani zamanın aktığı mekanlara, şu an güneyde bir yerdeyiz…….”.
Kitabı okurken, Beyrut’taki yalnız gecelerin kabusunda yaşlı fahişe Saida’nın küçük Cennet’e söylediği ninniyi duyacak, evrenin Çin mitosundaki gibi yarısı yer yarısı gök ikiye bölünmüş bir yumurta olduğu bir zamana şahitlik edecek, dünyalarını anlayamaz olduklarında kendilerini de tanımakta zorlanan insanların yaşadığı hiçliğe katlanamayıp, bu hikayedeki yerden çok uzaktaki koltuğunda boş gözlerle duvarların ötesine dalıp gideceksin. Bunu okuruna her kitabında yapan Engin Geçtan’ın, bu alçak gönüllü ve huzurlu adamın nasıl olur da bu huzursuz bedenlerin hayatlarını böyle sarsıcı bir dille yazabildiğine ve her satırında seni efsunlayabildiğine şaşıp kalacaksın.
Seni senle yüzleştirebilen kaç kişi oldu hayatında? Önem verdiğin ‘şeyleri’, o şeyler arasında kurduğu bağlantılarla senin için bambaşka anlamlara ve sahici bir etkiye dönüştürebilen kaç kişi oldu? “Yalnız olmak istemediğin konusunda samimi misin” diye sorup sana yalnızlığın kalabalığını tanıştırabilen kaç kişi oldu? Ruhunun açlıktan ölmek üzereyken halüsinasyonlar gördüğü bir anda değil, tam da her şeye tok sandığın doygun bir zamanında sana kızarmış palamutun kokusunu hatırlatıp yaşamak konusunda iştahını açan kaç kişi oldu? Engin Geçtan’ın seni hiç tanımazken bunu nasıl yapabildiğine hayret edeceksin. Psikiyatr olmasından mütevellit toplumsal hallerimize her cümlesinde, her kitabında çok da yerli yerinde teşhis koyabilen Engin Geçtan’ın okuduktan sonra gerisini getiremeyip yutkunacağın ve hiç unutmayacağın, bazen belden yukarısı çıplak iri kıyım celladın tilki gözlerle sana baktığını fark edip yakalandığını sanacağın, bazen rüyanda bazen de basbayağı uyanıkken o karanlık sokaktan koşarak geri döndüğünü göreceğin bir kitap bu önerdiğim.
“…..Gün batımından sonra sessizliğe gömülen kentte, yani kent denilebilirse tabii, geceyle birlikte yaşamın duraksadığını sanmayın. Birleşik kaplar yasası uyarınca, gündüz bastırılan her şey gece olunca fışkırıp taşıverir. Tanınmamak, duyulmamak için sıradan bir maske takmanız yeter. Bu, benzeri başka yerlerde de böyledir aslında. Daha doğrusu, bu herhalde her yerde böyledir. Ancak, anlatılanların ardından, bazen sabahın erken saatlerine kadar süren maskeli alemlere katılma hevesine kapılmayın. Çünkü bunun için vaktimiz olmayacak…….”.
Bir erkek, acemi, cesur, had bilmez adımlarını bir kadının koynuna doğru atarken senin onca fırsata rağmen bir korkak gibi ardına bakmadan kaçmak istediğin anlar üzerine fil gibi oturacak sen bu kitabı okurken ve aşklarını imkansız kılan yakalanmanın ardından zehir içip dünyaya veda eden aşıkların vebali bileğinde nabız gibi atacak.
Bir günlük yerim kaldı ister misin? O bir güne sen sığ, sen işle o bir günü bir ömrün tülbendine, o bir gün bir tek senin takviminde olsun ister misin? Okumak da var bu kitabı, hiç okumadan yaşamak da. Bu hikayeyi hiç bilmemiş olmaya katlanmayı başarabilecek misin?
Yazı: Emine Civanoğlu