Bir kadın hayranı…
Fiziki kusurlarından ötürü Paris’in zevk düşkünü yaşamının tadına dilediğince bakamamış bir isim Toulouse Lautrec. Sarılmak istediği kadınlar tarafından sadece “sevimli, komik ya da gülünç” bulunması ile kamçılanan yaşamı sayesinde, iyiden iyiye sanata tutunmuş birisi. Gerçekçi bakış açısı ve özellikle posterlerde sağladığı başarılar ile üretimden hiç vazgeçmemiş bir deha…
1864’te Fransa’nın güneyinde aristokrat bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Kont Alphonse oldukça ilginç bir adamdı. Zengin ve köklü bir ailenin erkeğine yakışmayacak davranışlara sahipti. Bir gün nehirde çoraplarını yıkarken görünür, başka bir gün ava tuhaf giysilerle giderdi. Aklına estiğinde kapıyı çekip gider ve eve günlerce dönmezdi. Dolayısıyla Hendi de Tolulouse Lautrec, ailede sağlıklı ve kendisine rol model olabilecek bir “baba” figüründen yoksundu.
Babası ve annesi kuzendi. Doğuştan sayısız sağlık problemiyle boğuşmak zorunda kaldı. 13 yaşında sağ, 14 yaşında sol uyluk kemiği kırıldı ve bir daha tam olarak iyileşemedi. Bacaklarının gelişmesi aniden durmuştu ve ergenliğin en fırtınalı döneminde Lautrec’in bacakları bir çocuğunki gibi çelimsiz ve sadece 70 cm olarak kalmıştı.
Doktorlar bu hastalığın bilinmeyen bir genetik bozukluktan kaynaklanan ve bazen kafanın küçük, bazen bacakların kısa kalmasıyla sonuçlanan “pignodizostoz” olduğunu ileri sürmüşlerdi. Hatta günümüzde hastalığa sanatçının ismiyle “Toulouse-Lautrec Sendromu” da deniliyor. Bu zorlu dönemde amcasının da teşvikiyle resme daha fazla yöneldi.
Bedensel özrü nedeniyle içinde biriken enerji onu daha da üretken kıldı. 1881 yılına gelindiğinde farklı tekniklerdeki çalışmalarının sayısı 2400’e ulaştı.
Lautrec için sanat hayatın içinde var olmak demekti. 1.52’lik boyuyla yaşıtlarının eğlendiği etkinliklerin çoğunu yapamıyordu. Diğer çocukları gibi babasıyla avlanmaya, ata binmeye çıkamayan Lautrec de çizime ve resme odaklanmıştı. Lautrec’in sanatsız yaşayamayacağı aşikârdı ve içindeki gizli yeteneği dışa vurmak, durmadan üretmek ona sakatlığını unutturan yegâne yol olmuştu.
Ergenlik çağının sonlarına doğru Lautrec Paris’in tepelerindeki Montmartre’deki stüdyosunda çalışan ünlü sanatçı Fernand Cormon’ın öğrencisi oldu. Daha sonraki süreç, Lautrec için kelimenin her anlamıyla bohem bir yaşam oldu.
İçmek ve çizmek sanatçının iki büyük tutkusu oldu. Alkole olan ilgisinin altında, fiziki görüntüsünden dolayı Montmartre’deki cazip ve renkli ortamında sürekli reddedilmesi yatıyordu. Kadınlar tarafından beğenilmemesinin ruhunda açtığı yara, kendi dilinden şöyle yansıdı cümlelere:
“Aşk, arzu edilme arzusunun sizi ölümcül bir şekilde sarmalamasıdır.” Alkol ile ilişkisinden ötürü günümüzde konyak ve apsentin bol buzla karışımıyla yapılan “Deprem” isimli kokteyl (Earthquake, Tremblement de Terre) sanatçıya atfedilmiştir.
Van Gogh’la tanışması onun için bir dönüm noktası oldu. İzlenimciliğe bir tepki olarak doğan post-empresyonistlere katıldı. Bu akım tüm geleneksel kuralları alt üst etti. Akımın temsilcileri, çalışmalarına sadece gördüklerini yansıtmak yerine kendi kişisel dünyalarını da kattılar.
Sonraki tarihlerde Toulouse Lautrec de, Van Gogh gibi ressamlarla birlikte akımın en önemli temsilcileri arasında anılacaktı. 1884 yılında ilk karma sergisini açtı.
Mouilin Rouge da dâhil olmak üzere Paris’in tüm ünlü pavyonlarının ve kabarelerinin düzenli müşterisiydi. Çok fazla içer, gece hayatının kendisini yıpratmasına karşın alkol ve eğlence tutkusundan vazgeçemezdi. Resimlerinde tüm bu mekânları, kentin varoşlarını, dansçıları ve fahişeleri konu ediyordu.
Hatta dansçıların ve fahişelerin resimlerini yaptığı için sık sık muhafazakârların eleştirilerine hedef oldu. 1891 yılında ilk taş baskılarını ve kendisine ün getirecek ilk posterlerini üretti. Bunların en önemlisi ise Moulin Rouge için tasarladığı afişti. Oysaki afiş, o tarihte baskıyla çoğaltılabilen, kopyaları çıkarılabilen basit bir reklam aracı olarak görülüyordu.
Fakat Toulouse Lautrec’in göz dolduran tasarımlarıyla afiş, ucuz bir baskı nesnesi olmaktan çıktı. İlk kişisel sergisi 1893 yılında geldi. 1894–1897 yılları arasında Avrupa’yı dolaştı ve pek çok sergi açtı. 1899 yılında sağlığı hızla bozuldu, arkasından depresyon yaşadı ve sanrılar görmeye başladı. Bir sanatoryuma yatarak tedavi görmeye başladı.
1900 yılında yaşama olan bağlılığı giderek zayıfladı, alkole olan düşkünlüğü doruk noktasına ulaştı. 1901 yılında Paris’ten ayrılarak annesinin yanına döndü. 9 Eylül günü henüz 36 yaşındayken aldığı çok fazla alkolün etkisiyle hayata gözlerini yumdu. Toulouse Lautrec, resimlerinde en çok doğaya, insanlara ve kent yaşamının canlı yüzlerine yer vererek döneminin görsel günlüğünü tuttu. Arkasında ise sayısız tablo, desen ve poster çalışması bıraktı bu küçük dev adam.
Yazı: Engin Çakır