Bize yön veren “değerlerimiz”
Yalın yönetim sisteminde çok sevdiğim “değere odaklanmak” diye bir tabir vardır. Müşterinin satın aldığı ürün bizim değerimizdir çünkü müşteri sadece bu ürün için para ödemek ister. Yalın üretim yapan tüm firmalar bu anlayış doğrultusunda müşterisine üreteceği “değer”e odaklanır ve üretim sürecindeki tüm gereksiz maliyet ve zaman kayıplarını ortadan kaldırmaya çalışır. İstenilen değere en kısa zamanda ve en ucuz maliyetle ulaşmak ise ana hedeftir. Aynı zamanda “değer” iş dünyası için ürünün yanı sıra insandır, çalışandır. Firmaların başarılı olabilmesi için her iki değerine de odaklanması gerekir. Eğer ürünü tüm sürecin çıktısı olarak görürsek insanın emeği de önemli bir girdidir. Çıktının kalitesi ise tabi ki aynı girdinin kalitesine çok bağlıdır. Ürünün iyileştirilmesi, kalitesinin artırılması için nasıl makine, teknoloji ve eğitim – araştırma yatırımı yapılıyorsa; çalışanın değerini artırmak ve mutlu etmek için de çalışana yatırım yapılması gerekir.
Çalışana yatırım deyince de aklıma hemen firmaların insan kaynakları stratejileri geliyor. Son yıllarda gençlerin en gözde mesleklerinden olan “İnsan Kaynakları” mesleğinin adı ise bu anlayış doğrultusunda ayrı bir tartışma konusudur. Çalışanlar firmalar için makine gibi, para gibi “kaynak” mıdır, ya da “değer” midir diye birçok platformda tartışıldığına şahit oldum. “Human Resources” kelimesinden Türkçe’ye “İnsan Kaynakları” olarak çevrilen bu mesleğin adı işin tanımını ve içeriğini ne kadar yansıtıyor tartışılır. İş dünyasında hepimiz hijyen koşullar dediğimiz maaş, sigorta, sosyal haklar gibi iş hayatından temel beklentilerimizin yanı sıra “değer” görmeyi, toplum içinde önemsenmeyi isteriz. Psikolojinin temel teorilerinden olan Maslow’un “İhtiyaç Teorisi” de bu anlayış üzerine kurgulanmıştır. Meşhur üçgen piramidin en altında temel ihtiyaç olarak fizyolojik ihtiyaçlar yer alır. Ardından ise azalarak güvenlik ihtiyacı, sevme – sevilme ihtiyacı gelir. Piramidin üst katmanlarında ise sırayla saygı görme ve kendini gerçekleştirme yer alır. Her ikisi de kişinin kendisine verdiği değer ve toplumdan görmek istediği değer ile yakından ilgilidir. Özel yaşantısında ailesi, eşi, dostu bu ihtiyacını karşılarken, iş hayatında da kurum kişinin “değer görme” ihtiyacını karşılamalıdır. Çalışanın kendisini değerli hissetmesi konusunda izlenecek stratejiyi kurgulama ve bunları uygulama konusunda ise “İnsan Kaynakları Departmanı”na önemli görevler düşüyor.
Kişinin karşı taraftan değer görmeyi beklemeden önce ise başta kendisine sonra da başkalarına değer vermesi gerektiğine inanıyorum. Sizce de değer vermeden değer görmeyi beklemek ne kadar doğru?
Özlem Şenkoyuncu