Dünyanın başkenti: Londra

Londra, Özgür Çakır

Bölüm 1

Bu kez rotamızı Avrupa’nın kuzeybatısına doğru İngiltere’nin başkentine çeviriyor ve kraliçeye konuk oluyoruz. Mr. And Mrs. Brown ile karşılaşır mısınız bilemem ama İngilizcenizi test etmek için doğru yerdesiniz. Tedirginliğe gerek yok çünkü ana dili İngilizce olanlar azınlıkta. Welcome to London and ”Mind the Gap” please!

 

Londra, Özgür Çakır

Yazı ve fotoğraflar: Özgür Çakır

Dünyanın Paris ve Bangkok ile birlikte en çok ziyaret edilen ve 300’den fazla dilin konuşulduğu etnik yapısıyla belki de en kozmopolit şehrine gidiyoruz. Size bir sorum var: “Gezegenimiz tek bir ülke olsaydı başkenti neresi olurdu?” Napolyon’un cevabı İstanbul olmuş. Ama siz romantizmi bir kenara bırakıp şöyle etraflıca bir düşünün bakalım. Kriterleriniz tarih, sanat, spor, ekonomi, endüstri, şehircilik, çevre politikaları, demokrasi, insan hakları, bilim ya da diyelim ki eğlence sektörü ya da turizm olsun. Benim adayım Londra. Dünya çapında önemli ağırlığı ve gücüyle büyük bir medeniyetin, Birleşik Krallık’ın başkenti olan Londra’yı dünyanın başkenti olmaya aday saymam abartı sayılmamalı. Teşbihte hata olmazmış. Evet hazırlanın, dünyanın başkentine gidiyoruz bu sayıda. Londra gerçekten çözebilmek, her şeyini bilmek, iç dünyasına ve kuytularına inebilmek için kendinizi adamanız gereken şehirlerden. Tıpkı İstanbul, New York, Tokyo, Los Angeles ya da Paris gibi. Kana kana yaşayıp tüketemeyeceğiniz, sindiremeyeceğiniz türden… Londra’da bir turist için “yapılması gerekenler listesi” o kadar kalabalık ki -ne kadar başarılı olurum bilemiyorum ama- bu sayıda her şeyden bahsetme telaşımı bir köşeye bırakacağım sevgili okur… İlk defa ziyaret edecekler en azından dört-beş gün ayırmalı bu dünya kentine. Şanslı olanlar belki bir on beş gün ayırarak Londra’nın altını üstüne getirip araya Oxford, Bath, Brighton gibi çevredeki görece küçük ama ilgi çekici şehirleri de katabilirler seyahat planlarına…

Londra, Özgür Çakır

İşe birkaç ay önceden uçak ve konaklama rezervasyonlarını yapmakla başlayabilirsiniz. Zaten oldukça pahalı bir şehirden bahsediyoruz. Son dakika fiyatları ile bütçeyi zorlamaya gerek yok. Ki zorlu Birleşik Krallık vize başvurusunun ön hazırlığı da bu rezervasyonlardan geçiyor. Uçak biletini alırken göz önünde bulundurmanız gereken şeylerden biri de ineceğiniz havaalanı. 25 km mesafe ile şehre en yakın ve en bilinenleri Heathrow. Güneyde yer alan Heathrow’a uçan British Airways ve Türk Havayolları gibi bayrak taşıyıcı büyük havayolları dışındakilerin indikleri alanlar ise Sabiha Gökçen Havalimanı kalkışlı olan Pegasus ve Easyjet’in tercihi olan ve daha uzak mesafede konumlanan Stansted ile Gatwick Havaalanları. Türk Hava Yolları’nın da Atatürk ve Sabiha Gökçen’den Gatwick uçuşlarının başladığını da belirtmeli. İlk bakışta Heathrow iyi bir tercih gibi gözükse de görece yüksek bilet fiyatlarını, dünyanın en yoğun trafiği olan havalimanı olmasından kaynaklı olası rötarları ve ana giriş kapısı olmasından kaynaklı daha uzun vize gişe kuyruklarını hesaba katarak diğerlerine yönelmek de iyi bir fikir olabilir. Kuzeydoğu’daki Stansted’ten trenle Liverpool Street istasyonuna tek yön 23 pound karşılığı 45 dakikalık bir yolculukla, Gatwick’ten ise express tren ile 18 pound karşılığı 30 dakikalık bir yolculukla Victoria İstasyonu’na yani şehir merkezine ulaşmak mümkün. Tercih sizin.

Londra, Özgür Çakır

Malumunuz yeni bir şehre giderken en büyük sorulardan biri: “Nerede kalınır?” Bilmediğiniz bir yerde, özellikle şehir büyük, merkezdeki otel fiyatları yüksek ve binlerce alternatif varsa nerede kalınacağı sorusu daha da büyüyebiliyor. Size önerim sonraki günleri kolaylaştırmak için hem metro hem de gece otobüslerinin ulaşım hattında olan Earl’s Court, South Kensington ya da Old Town bölgelerinden bütçenize uygun birini tercih etmeniz.

Londra, Özgür Çakır

Londra’da gezilecek yerler için sürekli tabanvayı tercih etmek çok akıllı bir tercih olmayacak. Bu yüzden Londra metrosuna yani nam-ı diğer “Tube”a ve aman ha adımına dikkat demeye çalışan “Mind the Gap” anonsuna alışmakta fayda var. Londra’da metro “underground” olarak yazılıp “tube” olarak okunuyor. Farklı renklendirilmiş 12 hattın oluşturduğu renk cümbüşü metro ağı pek akılda kalıcı değil. Bu yüzden ilk iş bir metro haritası edinmekte ve hatta gitmeden üzerinde biraz çalışmakta fayda var. Dünyanın yer altından giden ilk tren yolu olan Londra Metrosu 1863 yılından bu yana faaliyet gösteriyor. Bu vesileyle bizim nostaljik Tünel hattını da analım. Londra’nın hemen ardından ikinci metro hattını açmayı 1875’te akıl etmişiz ama devamını pek getirememişiz maalesef. Her neyse biz konumuza dönelim… Metroyu gişelerden alacağınız biletler ya da toplu taşıma kartları ile kullanabiliyorsunuz. Londra toplu taşıma sisteminde kullanılan bilet kartına verilen isim Oyster. Depozito karşılığı alacağınız Oyster kart, İstanbul’daki Akbil gibi para yüklenebilen ve kullanıldıkça içindeki bakiyeden düşen bir ödeme sistemi. Travelcard ise adından da anlaşılacağı üzere seyyahlar için planlanmış, belirli sayıda gün için sınırsız kullanım hakkı veren bir kart. Hangi kartın doğru tercih olduğu, toplu taşıma sisteminin kaç defa, nerede ve hangi saatlerde kullanılacağı ile doğru orantılı. Biletinizi istasyona girişte ve istasyondan ayrılırken ayrıca okutmanız gerekiyor. Sistem bu sayede sizin hangi “zone”u kullandığınızı anlayabiliyor ve hesabınızı kesiyor.

Londra, Özgür Çakır

14 milyon nüfusuyla Avrupa Birliği’nin en kalabalık şehri unvanını taşıyan Londra, 40′tan fazla üniversite, 5 uluslararası havaalanı ve dünyanın en gelişmiş metro sistemlerinden biriyle sorumluluğunu yerine getirmeye çalışıyor. Her ne kadar metrosuyla ünlü olsa da şehrin 24 saat çalışan meşhur kırmızı otobüslerinin 700 hat üstünde 8 bin araçla hizmet verdiğini ve sadece haftaiçi taşıdığı insan sayısının 6 milyonu geçtiğini de unutmayalım. Dolayısıyla konumuz Londra ulaşım rehberi olunca Londra’nın meşhur kırmızı otobüslerinden de bahsetmeli. Otobüsler metroya göre daha sakin. Otobüslerin hepsi yeni, bakımlı ve klima sistemli. Bilet veya kart makinesi şoförün hemen yanında. Bindiğinizde otobüsün hangi yöne gittiği, her duraktan önce ise durak ismi anons ediliyor ve dijital ekranda görülüyor. Duraklardaki ilk bakışta biraz karmaşık görünen ama sonra kolaylıkla alışabileceğiniz hareket ağı ile otobüsler oldukça dakik, metroyla yarışacak sıklıkta ve konforlu bir seyahat vaat ediyor. Londra’nın merkezinde trafiğin de çok yoğun olmadığını düşünürsek metronun keşmekeşinden uzak durmak isteyenler için tabanvayın yanında önemli bir alternatif olabilir bu kırmızı dev fotojenik cisimler (Bkz. Bir diğer fotoğraf objesi: kırmızı telefon kulübeleri). Böylece hem yer üstünde şehri görerek ve adapte olarak seyahatin keyfine varabilir hem de otobüs duraklarının yaygınlığı sayesinde istediğiniz yönde rahatlıkla yol alabilirsiniz. Karşılaştıkça da “Hop on Hop Off” turist otobüslerine 20 pound ödeyenlerle hafiften dalganızı geçersiniz artık…

Londra’nın bir başka ikonu da malumunuz klasik siyah taksileri. En eski klasik modellere trafikte halen rastlamanız mümkün. Ve tıpkı otobüslerde olduğu gibi taksilerde de gelenek terk edilmemiş ve yeni taksiler aynı çizgideki tasarımla sokaklarda salınmaya devam ediyor. Tabi eskilerden bahsedince 15 numaralı otobüs hattından da söz etmek lazım. 1954 yılında faaliyet göstermeye başlayan ve 2005 yılında seferden kaldırılan nostaljik çift katlı kırmızı otobüslerin bazıları halen daha 15 numaralı hatta kullanılıyor. 15 numaralı hat Trafalgar Meydanı ile Tower Hill arasında hizmette. Bu hat üzerinde St. Paul Kilisesi, London Tower ve Tower Bridge var. Otobüsün içi eski yapısında korunmuş. Sadece içi değil biletçisi de. Bilet kontrollerini manuel yapan biletçi duraklara gelince isimlerini bağırarak anons ediyor. Denk gelirseniz bu otobüsleri denemenizi ve eski Londra nostaljisi yapmanızı öneririm.

Kalacak yer ve ulaşım işini hallettiğimize göre şehri keşfetmeye başlayabiliriz. Gelişmiş metro ağına sahip olmak gibi bir başka Avrupa kenti klasiği olarak Londra’nın da ortasından geçen büyük bir nehir var. Başlangıç için en doğru yer sanırım Thames Nehri ve hemen kıyısında arz-ı endam eden “Big Ben”. Gördüğünüz gibi elimde o kadar koz var ki en büyüğünden başlayıverdik (Tüm “King”severlere selam olsun). Londra’ya gittiğinizin enternasyonel delili olacak olan profil fotoğrafı çekimi için de ideal noktalardan birindeyiz. Westminster metro istasyonunda indiğinizde tam da Big Ben’in önüne çıkıyorsunuz. Big Ben aslında resmi adı Elisabeth Kulesi olan devasa saat kulesindeki büyük çanın adı ama malumunuz galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evladır… Saat kulesi tek başına dikilmiyor elbette. Dünyanın en büyük dördüncü saat kulesi olan bu büyük abi tümleşik bir yapı şeklinde Parlamento Binası ve Westminster Sarayı ile birlikte nehir kıyısında zamana direniyor ve 1859 Mayıs’ından beri hiç teklemeden doğru saati gösteriyor. Kuleye çıkarak muhteşem Londra manzarasını görebilmek için ise İngiliz vatandaşı olmanız gerekiyor maalesef. Westminster Abbey ise, Houses of Parliament ve Big Ben’in yanında bulunan İngiltere’nin en meşhur kilisesi. Kraliyet ailesi mensuplarının düğünleri için tercih ettiği bu kiliseye girişler ücretli. Başta Isaac Newton ve Charles Darwin olmak üzere bazı bilim adamlarının mezarları da bu kilisenin içinde yer almakta.

Big Ben önünde fotoğraf işini halledip yola koyulabiliriz. Eşlik eden yüzlerce turistle birlikte, ister istemez fotoğraflarına da girerek Westminster Köprüsü’nü geçip Big Ben ve Parlamento Binası’nı bir de karşıdan göreceğiz. Her ne kadar solgun, pastel bir sarı da olsa rengi, Thames’in bulanık sularını renklendiriyor Houses of Parliament’in. Buraya bir de parlament mavisi gökyüzünün olduğu saatte gece aydınlatmasının ışıkları yandığında gelmekte fayda var. Köprünün karşısı Lambeth Bölgesi. Nehir kıyısında yer alan devasa dönme dolap ise “London Eye”. Londra’yı açık havada 25 mil uzaklarına kadar görebilmeyi mümkün kılan bu büyük “göz” milenyum için yerleştirilmiş ve 2005’ten sonra başka bir mekana taşınması planlanmış. İlk yapıldığında şehrin dokusunu bozduğu için çok fazla tepki almış, ancak gördüğü rağbet ve simgeleşmiş olmasından ötürü halen şehri “görmeye” devam ediyor. Yeri bundan sonra değişir mi bilemem ama deneyimlemek isteyenlerin mutlaka önceden online rezervasyon yaptırmalarını önerebilirim. London Eye ile komşu olan London Aquarium da çocuklu gezginler için doğru bir tercih olabilir.

Londra’yı görmenin en ilginç yollarından biri de tekne üzerinde Thames Nehri’ni gezmek. Süreleri 30 dakikadan 4 saate kadar değişen tekne turları ile şehrin pek çok önemli turistik yerlerinden geçerek muhteşem bir şehir manzarası izleyebilirsiniz. Bu fırsatı kaçırmak istemeyenler köprünün ayağındaki Westminster İskelesi’nden başlayacak bir tura katılabilirler.

Thames Nehri kıyısından devam ediyoruz. National Theatre’ı geçtikten sonra Tower Bridge yönündeki durağımız Tate Modern’in de bulunduğu South Bank Bölgesi olacak. Modern sanata ilginiz varsa nefeslerin kesilmesine hazır olun. Orijinali elektrik üretim santrali olan bu yapı yenilenerek Tate müzeler grubuna katılmış. Avrupa’nın en büyük çağdaş sanat müzesi olan Tate Modern’in en üst kattaki kafesi İstanbul Modern’in kafesi kadar olmasa da güzel bir şehir manzarası vaat ediyor (Laf aramızda tarihi yarımada siluetinin eline su dökemez). Sanata, tasarıma doyamadım diyenler için yakınlardaki bir durak ise Design Museum. Tate Modern’in hemen yamacındaki bu müze adından da anlayacağınız gibi tasarım sanatına birçok farklı yönden bakan, ağzınız açık hipnotize olmuş şekilde gezeceğiniz bir mekan olacak. Aynı zamanda dünyanın modern tasarıma yönelik ilk müzesi. İçeriğinin bir kısmı sürekli değiştiği için ne zaman gitseniz bambaşka bilgilerle dolacağınız bir yer. Tate Modern’in hemen yanındaki ikinci durağımız ise Globe Tiyatrosu, nam-ı diğer “Shakespeare’s Globe”. İngiliz Dili denince ilk akla gelen Britanya’nın ulusal şairinin kurucusu olduğu mekan bu yüzden Shakespeare’s Globe olarak anılmakta. “Aşık Shakespeare” filminden de hatırlayacağınız mekan üç katlı ahşap bir amfi tiyatro şeklinde ve halen tiyatro etkinliklerine ev sahipliği yapıyor. Çıkışta ise Thames kenarında bulunan tiyatrodan batıya doğru ilerlerseniz muhteşem bir pub sizi bekliyor olacak. İsli biftekli sandviç ve biraları muhteşem, ismi ise Founder’s Arms. Cumartesi günleri kurulan gastronomi cenneti Borough Market’in de South Bank bölgesinde yer aldığını belirtmeli. Ajandaya not düşmeyi unutmayın.

Tate Modern’in hemen karşısında Millenium Köprüsü’nü göreceksiniz, köprüden tam karşıya bakarsanız ise St. Paul Katedrali’ni. Londra’nın en büyüğü ve girişi yine ücretli. 15 poundluk giriş ücretinin karşılığındaki vaat çok büyük: Katedralin kapısında “cennetin kapısı” yazıyor. Ortaçağ’dan kalma yapı 1666 senesindeki büyük yangından sonra harabeye dönüşmüş ve 1675’te ise büyük ölçüde yeniden inşa edilmiş. 110 metre yüksekliği ile Roma’daki St. Peter Kilisesi’nden sonra dünyanın ikinci büyük kubbesine sahip olan St. Paul Katedrali, Churchill ve Thatcher’ın cenazeleri ile Prens Charles ve Lady Diana’nın düğün törenine ev sahipliği yapmasıyla da hafızalarda yer etmiş bir mekan. Ziyaretçileri katedralin güney koridorundan ilerleyip 259 basamak tırmanarak “Fısıltı Galerisi”nin muhteşem akustiğini test etmeyi unutmasınlar. İçine girmeseniz de kafanızı kaldırıp kubbesine, ihtişamına bir bakın hiç olmazsa. Dünyanın neredeyse bütün mimari dehaları en güzel eserlerini din adına vermiş. Dünyanın her yerindeki ortak payda…

Londra, Özgür Çakır

Londra’nın meşhur mavi köprüsü Tower Bridge yani Kule Köprüsü’ne doğru nehir kıyısından devam ediyoruz. Bol bol fotoğraf çekiyoruz. Köprüye yaklaştığınızda sizi Tower of London karşılayacak. Dokuz yüz yıllık geçmişi ile Thames Nehri kenarında bulunan Londra Kulesi, şehrin en eski ve korku salan yapılarından biri. Tarihi boyunca kraliyet ailesinin mücevherlerinin saklandığı bu kule, hapishane ve cephanelik olarak da kullanılmış. Monarşiye karşı gelen kişiler buraya kapatılır ve tutuklular burada idam edilirmiş. Londra’nın 1200’lü yıllarda kullanılan kalesi ve ilk kralın sarayı burada. Ayrıca Anna Boleyn’in hayaletinin dolaştığı rivayet edilen White Tower da görülmeye değer.

Londra Kulesi’ni geçince karşınıza çıkacak olan Tower Bridge yani Kule Köprüsü ise gördüğünüzde bilinçaltınızdan fırlayarak Londra’da olduğunuzu hatırlatan bir yapı. 1894’te inşa edilen Victoria Dönemi’nin süslü bir örneği. Yapıldığı dönem için çok önemli bir mühendislik başarısı olan köprü, tartışmasız olarak dünyanın en tanınmış köprülerinden biri. Köprünün çelik iskeletini gizleyen, granit ve portland taşından Neo Gotik üslup ile süslenmiş mimari estetiği ise dünyada tek. 1976 senesine kadar buharla çalışan mekanizma ile açılıp kapanabilen alt köprü seviyesinden araçlarla birlikte yayalar da ücretsiz geçebiliyor ama yükseltilmiş üst köprü ücrete tabi. Köprü Kulesi’nin en üst katında küçük bir sinema salonunda kısa bir film ile; köprünün mimarının ve mühendisinin ağzından, majesteleri kraliçenin nezaretinde, yapılış hikayesi anlatılıyor. Kapalı korunaklı bir koridor havası veren üst köprü etkileyici bir Londra manzarası sunuyor. Ve elbette dışarıdan da görüntüsü çok güzel. Gezdim gördüm geldim konulu profil fotoğrafı için bir başka biçilmiş kaftanın önündesiniz. Fırsatı kaçırmayın.

Bu rotayı izlediğinizde Kule Köprüsü civarında beş çayını kaçırmış ve günün sonuna gelmiş olmalısınız. Londra’ya geldik, onca yol yaptık, ama hala içine giremedik dediğinizi duyar gibiyim. Gece hayatının kalbinin attığı yere doğru yola koyulmanın vaktidir. Tower Hill’den bir hat aktarma ile Piccadily Circus metro istasyonuna gidiyoruz. Burada istasyon çıkışındaki merdivenlerde önünüzde yürüyenlerin yeryüzüne çıktıkları yerde yoğun bir ışığa büyülenmiş gibi baktıklarını fark edeceksiniz. Kısa süreli bir ışık görmüş tavşan etkisinin sebebi meydandaki devasa büyüklükteki ışıklı reklam panosu. Bin bir milletten bin bir turistle birliktesiniz (Londra’nın her sene ortalama 15 milyon turist ağırladığından bahsetmiştim değil mi?). Bir başka ritüeli yerine getirip reklam panosunun ışığı altında meydandaki tepesinde Eros heykeli olan çeşmenin önünde bir hatıra fotoğrafı da siz çektirin. Ne kaybedersiniz? Haritanızı elinize alın. Kaybettiyseniz hemen yanınızdaki Japon turistin elindekinden kopya çekin. Hedefimiz Piccadily Circus, Leicester Square, Oxford Circus ve Tottenham Court Road metro istasyonları arasında kalan bölge, Londra’nın Beyoğlu’su yani Soho. 24 saat canlılığını yitirmeyen bu aşırı renkli bölge ve yakın çeveresindeki Leicester Square ve Piccadily Circus Londra sosyal hayatının merkezi. Kafeler, barlar, restoranlar, mağazalar, butikler, sinemalar, dünyaca ünlü müzikallerin sergilendiği tiyatrolar, trafiğe kapalı alışveriş caddesi Carnaby ve başlı başına apayrı bir fenomen olan China Town yani Çin Mahallesi de bu bölgede yer alıyor. Akşam yemeği için de doğru yerdesiniz. İngiliz mutfağına has bir şey önermek mümkün olmadığına göre artık damak tadınıza göre takılacaksınız. İtalyan, Fransız, Türk, Lübnan, Pakistan, Hindistan, Yunan, Uzakdoğu, Ortadoğu ya da fast food restoranları, ne isterseniz bulmanız mümkün. Ne demiştik? Dünya başkentindeyiz.

Londra’ya kadar gelmişken ünü Broadway ile yarışan tiyatrolarındaki müzikallerden en az birine de vakit ayırmalı. Onlarca farklı tiyatroda gösterimde olan çok kalabalık bir listeden ve hiç eksilmeyen bir ilgi ve seyirciden bahsediyorum. The Book of Mormon, The Bodyguard, Billy Elliot, Dirty Dancing, Singin’in The Rain, Les Miserables, Let it Be, The Lion King, Mamma Mia, Phantom of The Opera, We Will Rock you ve onlarcası… O kadar yoğun bir ilgi var ki bazılarında bilet bulabilmek için aylarca önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor. www.londontheatre.co.uk

Pişman olmayacaksınız. Kesin bilgi, yayalım.

Şimdi siz seçtiğiniz müzikali gözünüzde canlandırmaya başlamışken kaç sayfadır yazmakta olduğumu kontrol edince bu sayıda bana ayrılan kısmı çoktan doldurduğumu ve devam etmeye kalkarsam anlatacaklarımın kalanına haksızlık edeceğimi fark etmiş bulunuyorum sevgili okur. Söze başlarken belirttiğim gibi Londra hakkında yazmak kolay değil. Mevzu bahis olan benim gibi klavyesi düşük bir yazar olunca tek parçada dile gelmesi kolay olmadı. Kısa kesmeye çalıştım ama pek de başarılı olamadım anlaşılan. Affınıza sığınıyor ve söze bir sonraki sayıda kaldığım yerden devam etmek üzere derginin kalan kısmını sıradaki yazarlara bırakıyorum.

See you soon!

To be continued…

Yazının devamı (Londra II) için tıklayın.

Londra, Özgür Çakır

 

Başa dön tuşu