Dünyanın başkenti: Londra II
2.Bölüm
XVIII. yüzyıl İngiliz edebiyatçısı Samuel Johnson şöyle demiş: “Bir insan Londra’dan sıkıldıysa hayattan sıkılmıştır. Hayatın sunabileceği her şey Londra’da.” Başka söze gerek var mı?
Bir önceki sayıda girizgah yapıp sonunu getiremeyince bu yazıya devreden büyük ikramiye Londra’ya kaldığımız yerden devam ediyoruz. Harika bir müzikal seyredip geceyi Soho’da bitirdikten sonra eğer tavsiyeme uyduysanız serin bir South Kensington sabahına uyanmış olmalısınız. Havaya girmek için müzik çalar listenize The Beatles, Rolling Stones, Oasis, Coldplay, Radiohead, Elton John, Amy Winehouse ya da artık kimi isterseniz Londralı bir grup ya da vokali eklemeli. Otelinizde ya da çevredeki kafelerden birinde -neredeyse İngiliz mutfağının tek meşhuru- güzel bir geleneksel İngiliz Kahvaltısı yapıp fazla oyalanmadan yollara düşmenin vaktidir. Görece sıcak ve güneşli bir gün de olsa yağmurluk ve şemsiye ile Londra’nın her türlü sürprizine hazır olmakta fayda var. Ne de olsa aynı gün içinde dört mevsimi yaşatan, yağmuruyla ünlü bir şehirdeyiz. Siz siz olun otelin penceresinden gördüğünüz kısa kollu tişört ve askılılar ile dolaşan insanlara bakıp aldanmayın. Onlar güneşe hasret kalmış Londralılar.
Turist haritanızı arka cebinize atıp her yeri gezebilmenin imkansız olduğu konusunda kendinizi ikna ettikten sonra kaldığımız yerden devam edebiliriz… Çoğunluğu beyaz renkli, iki yanında birer çift sütun olan kısa bir merdivenle ilk katlarına ulaşılan ve mimari stilleri birbirinin neredeyse aynı Victoria stili evlerin sıra sıra dizildiği, trafiğin bize göre ters yönden aktığı, klasik siyah taksiler ve çift katlı kırmızı otobüslerin süzüldüğü sokaklarda sabah serinliği ile kendinize geleceksiniz. Hyde Park yönünde Cromwell Road üzerinde yer alan Natural History Museum ve Knightsbridge bölgesi ilk durağımız olacak. İki bin yıllık tarihini kentin her köşesinde hissedeceğiniz, dünyanın en önemli müzelerine ev sahipliği yapan bir kültür kentindeyiz. 240’tan fazla müzeden bahsediyorum. Hepsini değil ama öne çıkan birkaç tanesini ziyaret etmeli.
Natural History Museum yani Doğal Tarih Müzesi Cromwell Road’u kesen Exhibition Road üzerindeki üç büyük müzeden biri (diğerleri Bilim Müzesi ile Victoria ve Albert Müzesi). Dışarıdan büyük bir katedrali andıran süslü mimarisi ile dikkati çeken yapı daha girişte tonozlu büyük merkez salonuna yerleştirilmiş olan Büyük Diplodocus türü dinazor iskeleti ile sizi şaşırtmayı başaracak. Botanik, Entomoloji, Mineraloji, Paleontoloji ve Zooloji bilimlerine özel bir ilgi duymanıza gerek yok. Büyük patlamadan bu yana olan biten hepimizi ilgilendiriyor değil mi? Üzerinde yaşadığınız gezegen ve tüm canlı türlerine ait yetmiş milyon ürün içeren ve olağan üstü bir sunum tekniği ile her yaştan ve her ilgi alanından insanların kolaylıkla anlayabileceği şekilde tasarlanmış olan müzede sıkılmadan saatler geçirmek mümkün. Dinozor iskeletleri, maketler, fosiller, kuşlar, böcekler, hayvanlar, dağ, taş, doğaya ait aklınıza gelebilecek her türlü ilgi çekici detay eğitici ve interaktif bir sunumla aslında çocuklara yönelik tasarlanmış. Bu yüzden ağırlık çocuklarda. Okul gezisi gruplarının şamataları ve şen kahkahalarını saymazsak bir yetişkin ciddiyetine bürünen ufaklıkların meraklı gözlerle sordukları sorulara kulak kabartarak gezmenizi öneririm. Bir başka dinozoru öldürmüş olan Tyrannosaurus Rex için “Rex hamburger yeseymiş keşke değil mi anne?”, “Bir mavi büyük balina kaç fil yutabilir?”, “Ne yani büyük büyük büyük dedem buna mı benziyormuş?”… Ana salona inen geniş ve görkemli merdivenin başında heykeli olan Darwin’e selam verip Evrim Teorisi bölümünde pozitif bilime saygı duruşu için de doğru yerdesiniz. Yolumuz uzun, durağımız çok olduğuna göre hediyelik eşya reyonuna uğrayıp dinozor iskeleti ile hatıra fotoğrafınızı da çektirdiyseniz kalan kısmını bir başka seyahata erteleyerek vedalaşalım.
Tıpkı Natural History Museum gibi ücretsiz gezebileceğiniz bir diğer müze yolun hemen karşısında yer alan “Victoria and Albert Museum”. Rönesans bronzları, Edward dönemi kostümlerin eşsiz dokuma sanatı örnekleri, teknoloji, moda, tekstil ve mücevher gibi parçalar bu müzenin koleksiyonu arasında yer alıyor. Benzerlerini Türkiye’de bulmanın zor olacağı Türk-İslam tarihi eserleri belki sizi şaşırtmayabilir ancak bir kopyası Topkapı Müzesi’nde sergilenmekte olan Bellini’nin ünlü Fatih Sultan Mehmet portresinin orijinalini görünce şaşırmamak namümkün… Müzenin özellikle en üst katında sergilenen ilk walkman, ilk Apple ürünleri, John Lennon imzalı The Beatles plakları, fotoğraflar ve konser afişleri gibi yakın tarihe ait objeler özellikle dikkat çekici… Exhibition Road üzerindeki üçüncü müze Science Museum yani Bilim Müzesi. Diğer ikisi gibi girişin ücretsiz olduğu Bilim Müzesi 1857 yılında kurulmuş ve Londra’nın en önemli Turistik atraksiyonlarından biri kabul ediliyor. Yıllık ortalama ziyaretçi sayısı 2,7 milyon olarak açıklanmış. 300 binden fazla objenin sergilendiği müze sadece bilim meraklılarına değil, herkesin ilgisini çekebilecek türden. İnsanoğlunun bugünkü gelişmişlik düzeyine ulaşırken geçirdiği tüm aşamaları ve önemli buluşlar kolay anlaşılır bir üslupla sergileniyor.
Exibition Road üzerinde Hyde Park’a varmadan hemen önce solda göreceğimiz yapı ise Royal Albert Hall. Birleşik Krallığın en kıymetli ve kendine özgü binalarından biri. 1871’de I. Victoria döneminde açılan mekan; konserler, bale ve opera performansları, tenis organizasyonları, ödül seremonileri, resmi yemekler ve çok farklı organizasyonlara ev sahipliği yapan, sahnesinden Frank Sinatra, The Beatles, Lisa Minelli, Jimmy Hendrix, Led Zeppelin, Eric Clapton, Sting, Elton John, Adele gibi müzisyenler, geçen Winston Churcill, Nelson Mandela, The Dalai Lama ve Bill Clinton gibi ünlü politik simaların tarihi konuşmalarına ev sahipliği yapmış önemli bir performans merkezi. Royal Albert Hall’un hemen karşısındaki Albert Memorial isimli heykelin bulunduğu alandan Kensington Bahçeleri’ne, dolayısıyla Hyde Park’a giriş yapabiliriz. Sanat, bilim ve tarihe doyduğumuza göre biraz dinlenmeyi hak ettik. Ünü New York’taki Central Park ile yarışan bu büyük vahayı “park işte görsem de olur, görmesem de” diyerek es geçmeyin. Tatilde olduğunuza göre biraz doğa yürüyüşü, biraz miskinlik, ağaçların gölgesinde boylu boyunca uzanarak belki bir öğünü geçiştireceğiniz özlediğiniz bir piknik iyi gelebilir bünyenize. Londra gibi karmaşık bir metropolün orta yerinde kendinizi bambaşka bir dünyada hissettiren taze bir soluk gibidir Hyde Park. Bir ucundan diğer ucunun gözükmediği, yedi adet metro istasyonunun çevreleyeceği genişlikte, Kensington Bahçeleri ile birlikte toplam 250 hektarlık bir alan kaplayan, içinde habitatları gereği sincapların fink attığı, piknik yapanlar, güneşlenenler, bisiklete binenler, büyük yapay gölet olan Serpentine’de yüzen insanlar, ördekleri besleyen küçük çocuklar, parkurlarda at binen gençler, koşanlar, atlayanlar, hoplayanlar ve zıplayanlarla yaşayan, şehriyle bütünleşmiş gerçek bir şehir parkından bahsediyoruz. Kıyaslama yapmak isteyenler için İstanbul’da Yıldız Parkı’nın 39 hektar, Emirgan Parkı’nın 34 hektar, Gülhane Parkı’nın 16,5 hektar ve Gezi Parkı’nın sadece 3,8 hektarlık bir yeşil alan olduğunu da hatırlatmakta fayda var sanırım.
Pikniğinizi şanslıysanız canlı müzik eşliğinde yaptıktan sonra, meşhur Speaker’s Corner yani Konuşmacı Köşesi’nde, demokrasinin tadını çıkarıp kalabalığa diyelim ki dünya barışı hakkındaki kısa konuşmanızı yaptıysanız parkın kuzeybatı çıkışından Prensens Diana hatıra bahçelerinden geçerek Notting Hill bölgesine doğru yola koyulmanın vaktidir. Karşınıza Hugh Grant ya da Julia Roberts çıkar mı bilemem ama malum filmin geçtiği, haftasonları kurulan Porto Bello Pazarı’nın bulunduğu Notting Hill’desiniz. Renkli evleri, şirin dükkanları, kafeler, restoranlar ve sağlı sollu tezgahlarda antikalardan hediyelik eşyalara, meyve, sebzeye kadar her şeyin satıldığı Porto Bello Pazarı ile Notting Hill’i ihmal etmeden Londra’da ziyaret edilecek yerler listesine dahil etmeli. Seyahat planını yaz ayları için planlayanlar için Ağustos ayının son haftasında Rio’dan sonra dünyanın ikinci büyük karnavalı sayılan kostümlü sokak gösterilerine ev sahipliği yapan Notting Hill Karnavalı’nın Ağustos ayının son haftasında düzenlendiğini de belirtmeli.
Notting Hill’in de keyfini çıkardığımıza göre sırada alışveriş var. Anahtar kelimeler “Londra, alışveriş ve turist olmak” olunca dünyaca meşhur Harrods mağazasından bahsetmemek olmaz. Hyde Park’ın güneyinde Knightsbridge bölgesinde Brompton Caddesi üzerinde yer yalan Harrods hiç olmazsa önünde klasik bir Londra hatıra fotoğrafı çektirmek için bile ziyaret edilmeli. Katarlılara satılmadan önce sahibi merhum Dodi El Fayed’in babası Mohammed El Fayed olan bu ultra lüks alışveriş merkezi inşa tarihi 1898 olan ve İngiltere’nin ilk asansörünün de kurulduğu tarihi bir yapı. Kimlikleri ve görünümleri gizli tutulan mağaza dedektifleri ve kendi itfaiye birimleri de dahil olmak üzere altı bin personele sahip, 380 küsur departmandan oluşan ve saatteki cirosu bir milyon dolara varan Harrods “züğürdün çenesini yoran” türden, sıra dışı, biraz abartılı ve kendine ait ritüelleri olan bir mekan. Mohammed El Fayed’in oğlu ve gelin adayı Diana için yaptırdığı, resimlerinin önünde içi boş bir kum saati ve Diana’nın pırlanta yüzüğünün yer aldığı hatıra köşesi Londra’nın en çok ziyaret edilen turistik noktalarından biri olmuş durumda.
Harrods’tan alışveriş yapmak istememenizi anlayışla karşılıyor ve sizi Oxford Caddesi’ne devet ediyorum. Bunun için önce “Tube” vasıtası ile Central Line üzerindeki Marble Arch İstasyonu’na doğru yola koyuluyoruz. Adından da anlaşılabileceği üzere mermerden yapılmış olan ve aslında bir zafer takı olan, Roma İmparatorluğu’ndaki taklardan esinlenerek yapılmış ve Paris’teki Arc de Triomphe’e çok benzeyen Marble Arch’ın yegane özelliği Oxford Street’in başlangıç noktası olması. Londra’nın meşhur alışveriş bölgesindeyiz. Dünyanın bilinen neredeyse tüm ünlü markalarının en gösterişli mağazalarının arzı endam ettiği Oxford Caddesi Marble Arch’tan başlayarak Tottenham Court Road’a dek uzanıyor. Caddenin güneyinde kalan Mayfair Bölgesi Londra’nın en lüks semtlerinden biri. Regent Street’ten sonra biraz ilerisi ise sizin için artık tanıdık: Soho. Alışveriş meraklıları için çok uygun fiyatlarla satış yapan ve insanların valizler dolusu alışveriş yaptığı ünlü Primark mağazaları da caddenin hemen girişinde yer alıyor.
“Alışveriş bana göre değil” diyenler Oxford Caddesinin sonunda solda Bloomsbury Caddesi üzerinde yer alan bir başka girişi ücretsiz Londra müzesi olan dünyaca meşhur British Museum’u ziyaret edebilirler. Eski Mısır, Batı Asya, Eski ve Antik Yunan, Anadolu, Tarih Öncesi İngiltere ve Doğu Kültürü’ne ait dünyanın en geniş koleksiyonu British Museum’da sergilenmekte. Bodrum Halikarnas Mozolesinin rölyefleri, kral ve at heykelleri, Efes Artemis Tapınağı’nın büyük kısmı, Hitit ve Urartu kalıntıları, eşsiz İznik çinileri ve Osmanlı eserleri bizi ilgilendiren kısmı olsa da yalnız değiliz. Dünyanın neredeyse tüm medeniyetlerinden çok önemli tarihi eserleri uzun yıllar boyunca sömürgecilik yapmış olan İngiltere’nin sahiplenip korumaya aldığı bir dünya mirasından bahsedilebilir. 4 km uzunluğundaki 94 galeride 2 milyon yıllık dünya ve medeniyet tarihi sergilenmekte. Tarihi eserlerin ait olduğu topraklarda olmaları fikrine katılsam da, müzeyi gezerken örneğin Ani Harabeleri’nin, Sümela Manastırı’nın, tarihi Osmanlı çeşmelerinin, Selçuklu kümbetlerinin ya da Dolmabahçe Sarayı’nın depolarında çürümüş olan tarihi eserlerin halini hatırlayınca sahiplenmeselerdi muhtemelen yok olacaklarını ya da ağır hasar göreceklerini düşünerek olaya bir dünya vatandaşı gözüyle bakmayı yeğledim doğrusu… Müze o kadar büyük ve zengin bir koleksiyona sahip ki hakkıyla gezmek için belki bir gününüzü ayırmanız gerekebilir. Bir müze haritası edinip ilginizi çeken bölgeleri gezmek de bir alternatif tabi. Özellikle Eski Mısır bölümü dikkat çekici. Kahire’deki müzeyle yarışabilecek zenginlikteki bu alanda kendinizi “piramitler ne tarafta acaba?” diye düşünürken yakalamanız an meselesi.
Müzeden çıkıp yolun karşısındaki sokaklara daldığınızda zaman zaman İstiklal Caddesi’ni, zaman zaman da Ortaköy’ü andıran Covent Garden bölgesine geleceksiniz. Londra’nın eski sebze hali olan bina 1980’lerde başka bir yere taşınınca burası da çeşitli hediyelik eşya dükkanları, kafeler, restoranlar ve mağazalar ile turistik bir mekan haline gelmiş. Belki de Londra’da metrekareye düşen turist sayısının en yüksek olduğu Covent Carden’ın her köşesinde ayrı bir aksiyon var. Sokak müzisyenleri, pandomim sanatçıları, jonglörler, akrobasi gösterileri ile şehirde hareketin hiç bitmediği bir bölge. Tarihle dolmuş zihninizi boşaltmak, soluklanmak, hediyelik eşya alışverişi yapmak ve turist olmanın tadını çıkarmak için doğru yerdesiniz. Meydandaki büyük Apple Store’un arkasındaki Transport Museum yani Ulaşım Müzesi de ilginizi çekebilir. Özel bir müze olan London Transport Museum girişinin 12 pound olduğunu da belirtelim. Covent Garden’ı fazla turistik bulanlar için artık zaten bildiğiniz Soho, China Town ve Leicester Square’e bağlanan Piccadilly Circus Meydanı ve bu bölgedeki restoranlar, barlar, tiyatrolar ve pub’larda “lokal” Londralılara karışmak için iyi bir alternatif olabilir.
Ertesi sabah Kraliçe’ye konuk oluyoruz. “Üstünde güneşin batmadığı” İmparatorluğun yönetildiği sarayı görmeden Londra’yı terk etmek elbette olacak iş değil. 1703 yılında Buckingham Dükü’nün yaptırdığı yapıyı 1761 yılında kraliyet Kraliçe Charlotte için satın almış. Londra’ya mührünü vuran ünlü mimar Jonh Nash ise IV. George için 1820-1830 seneleri arasında malikaneyi saraya dönüştürmüş. 1837 yılında da Kraliçe Victoria tarafından Kraliyet’in resmi konutu olarak kullanılmaya başlanmış. Günümüzde Kraliçe’nin evi ve aynı zamanda ofisi olarak kullandığı Buckingham Sarayı’nın Kraliyet koleksiyonundan örneklerin sergilediği Queen’s Gallery kısmı, özel günlerde kullanılan abartılı eski kraliyet arabalarının sergilendiği Royal Mews, nişan törenlerinin gerçekleştirildiği balo salonu, Kraliyet vaftizlerinin gerçekleştirildiği müzik odası ve bazı salonlar ziyarete açık. Hatta birkaç sene evvel meraklı bir İngiliz’in Kraliçe’nin yatak odasına kadar ulaştığı da rivayet edilmekte. Kraliçeyle tanışmak için şansını zorlamak isteyenlere bir ipucu vermek gerekirse; Elizabeth’in sarayda olup olmadığını merak edenlerin başlarını biraz yukarı kaldırıp Kraliyet Sancağı’na bakmaları yeterli. Zira Kraliçe sarayda ise Kraliyet Sancağı gökyüzünde dalgalanıyor olacak. Saray önündeki karakteristik üniformaları ile İngiliz askerlerinin nöbet değişimini izlemek oldukça eğlenceli. Eğer hava açıksa ve şanslı gününüzdeyseniz saat 11’de başlayan nöbet değişim törenini yakalayabilirsiniz. Eğer albümünüzde bir saray muhafızı ile çekilmiş resminiz olsun isterseniz saray avlusunu geçince köşeden sola dönün ve görevi sizinle resim çektirmek olan muhafızın yanındaki yerinizi alın.
Şehrin altını üstüne getirdik, hala Trafalgar Meydanı’nı görmedik diyenler için sıradaki durağımız Londra’nın Taksim’i. Adını Amiral Horatio Nelson komutasındaki İngiliz donanmasının Fransız ve İspanyol donanmalarını yendiği Trafalgar Savaşı’ndan alan, başta yeni yıl olmak üzere büyük kutlamaların etkinliklerin ve büyük konserlerinin yapıldığı ana meydanından şöyle bir yürüyüp geçmeden dönmek olmaz. Alan düzenlemesini yine ünlü İngiliz peyzaj mimarı John Nash’in yaptığı meydanın ortasında galip denizci Amiral Nelson adına yaptırılan ve tepesinde doğal olarak heykelinin bulunduğu devasa bir sütun yer alıyor. Müzeye ve sanata doyamadım diyenler için bir başka önemli Londra müzesi de tam meydana bakan National Art Gallery. 1250’lerden bu yana üretilmiş olan 2200’den fazla Avrupa ressamına ait tablonun kronolojik sıra ile sergilendiği müze bir Louvre ya da Prado değil belki ama sanatseverler için önemli sayılabilecek bir durak… Trafalgar Meydanı’ndan Thames nehri kıyısına doğru yol aldıkça şehrin önemli simgesi Big Ben size uzaklardan göz kırpıyor olacak. Bu yol üstünde sağda yer alan Downing Street ‘te İngiliz başbakanlarının mütevazılığıyla ünlü 10 kapı numaralı Başbakanlık Ofisi de yer almakta. Gün batımına yakın bir saatte yolunuz buralara düştüyse Whitehall Caddesi boyunca Westminster’e doğru yol almak ve Big Ben’le bir de akşam ışığında hatıra fotoğrafı çektirmek fena fikir değil. Artık akşam saatleri de geldiğine göre serbest zaman.
Ertesi güne yine bir müze ziyareti ile başlayacağız, ama bu defa eğlencelik. Diğer popüler mekanlarda olduğu üzere internet marifetiyle önceden biletinizi almak vakit ve nakit tasarrufu açısından faydalı olacak. Eminim duymuşsunuzdur; Madame Tussaud’un Balmumu Heykel Müzesi. 1751-1850 yılları arasında yaşayan ve balmumu heykel yapma kariyerine Fransız Devrimi’nin tanınmış kurbanlarının masklarını yaparak başlayan Madame Tussaud’un müzesi zon I’in kuzeyinde bir başka devasa şehir parkı olan Regent’s Park yakınında Marylebone Road üzerinde, en yakın underground ise Metropolitan, Circle ve Overground hatlarının kesiştiği Baker Street metro istasyonu. Fazla turistik ve belki de biraz anlamsız olduğunu söylemek mümkün ama yine de bir Londra klasiği. Dünyanın her yerinden popüler simalar, politikacılar, hatta bazı çizgi film ve sinema karakterlerinin gerçeğine en yakın haliyle yapılmış olmaları ve sürekli yeni simaların eklenmesiyle sıradanlıktan da kurtulan bir mekan. Kimler yok ki: Hollywood ve Bollywood yıldızları, ünlü futbolcular, müzisyenler, yönetmenler, politikacılar, sporcular ve hatta E.T., Hulk ve Shrek! Ve müzede elbette ki Mustafa Kemal Atatürk’ün de bir balmumu heykeli mevcut. Önceki versiyonu Türk ziyaretçiler tarafından beğenilmediği için 2005 yılında Koç grubunun maddi katkısıyla yenilenen Atatürk heykeli fondaki güvercinlerle birlikte dünyanın diğer iki önemli barış adamı Gandhi ve Mandela ile birlikte arzı endam ediyor. Kimi ararsanız herkes var ve Kraliçe de dahil olmak üzere hepsi ile birer hatıra fotoğrafınız olabilir. Balmumu heykellerden sonra 3. katta bulunan korku tünelinde Ortaçağ’da kullanılan ve gerçek hayatın önemli bir parçasına dönüşen işkence aletleri, Karındeşen Jack ve Dr. Crippen’in marifetleri birçok görüntü ve ses efekti ile daha da korkunç bir hale getirilerek sergileniyor. Sonrasında bu gerginliği atmak üzere titreşimli koltuklar, sis ve görsel efektlerle izleyeceğiniz bir 3D film gösterimi, onun ardından da son olarak “Londra’nın Ruhu” turu. Londra’nın özgün taksilerinden esinlenerek yaptıkları iki kişilik küçük vagonlar içinde kısa bir “Londra Tarihi” turu yaptırılıyor. Vagon tarihin ve olayların içinden Londra sokaklarında yol alıyormuşçasına ilerlerken bir yandan da görsel şölene vagondaki hoparlörden sesli anlatım eşlik ediyor. Önce saltanat yılları, veba salgını, sonra büyük yangın, şehrin yeniden inşaası, Victoria dönemi, dünya savaşları ve ardından ışıklar eğlence ve neonlar içerisinde günümüz modern Londra’sı.
Madame Tussaud ziyareti sonrasında rotamızı biraz daha kuzeye çevireceğiz. Regent’s Park’ın kuzey doğusunda yer alan Camden Town bölgesi. Coğrafi konumuyla müsemma siyah renkli Northern hat üzerindeki Camden TownTube istasyonundan çıktığınızda şu ana kadar dolaştığınız Londra’dan çok farklı bir Londra ile karşılaşacaksınız. Çok renkli, çok hareketli, uçuk kaçık, düzensiz, biraz kirli ve “kafası iyi” bir Londra semtindeyiz. Tube’dan çıkınca Halal Restaurant’ın baharatlı yemekleriyle karışmış “duman” kokusu burnunuza gelecek ve göüzünüze ilk olarak dükkanların üstüne yerleştirilmiş iri maketler takılacak. Bazıları biraz ucuza kaçan çok renkli rölyefler şeklinde örneğin bir uçak, bir çift ayakkabı, büyük bir kot pantolon, Dark Side’dan siyah bir melek ya da dikiş makinesi… Görece normal görünümdeki turistlerin dışında ortalıkta dolaşan Amy Winehouse replikaları, gerçek punklar, heavy metalciler, pearcing ve dövmenin en çılgın örneklerine tuval olmuş bedenler, Hintliler, Araplar, siyahiler, yolun ortasında arabalarıyla ara gazı veren futbol formalı Türkler, karşı kaldırımdaki polise aldırmadan ortalık yerde tüttüren Junkie’ler ve gerçek “marjinaller”. Gözünüzü korkutmak istemem, güvenlik sorunu Laleli’den fazla olmasa gerek. İçinden Regent Kanalı’nın geçtiği bölge Camden Lock ya da Camden Market olarak anılsa da aslında tek bir marketten ibaret değil. Market derken yanlış anlaşılmasın, tek bir mağaza değil, bizdeki pasajları andıran ve aklınıza gelebilecek her türlü şeyin satıldığı Camden Lock Village, Buck Street Market, Electric Balroom, Inverness Street Market, Horse Tunnel Market ve Camden Lock Market gibi öne çıkanlar ile orta çaplı alışveriş merkezleri. Daha doğrusu birbirini andıran küçük dükkanlar ile hafif “buğulu” bir alışveriş semti. 2008’deki yangında büyük hasar gören bölge özgünlüğünü ve şeklini kaybetmeden tekrar toparlamış görünüyor. Kimilerine göre müziğin gizli kalmış başkenti, alternatif kültürün bayrak mekanı, monarşi ve kapitalizmin baskı altına alamadığı bir getto. Tişört, deri ceket, hediyelik eşya, poster, akla gelebilecek her türlü ikinci el eşya ve bilumum ıvır zıvır ile dolu dükkanlar, Arap, Hint, Türk, Uzakdoğu, İtalyan vb. türlü dünya mutfaklarının fastfood versiyonları ve hakikaten sıkı müzikler çalan pub’lar ile biraz kaotik ama adrenalini yüksek tutan bir başka Londra. Zaman zaman Eminönü, Laleli ya da Maltepe pazarındaymışsınız hissi verse de gerçek bir seyyahın Londra’ya gidip uğramadan dönmemesi gereken bir durak.
Anlaşılan Londra’yı ikiye bölerek anlatmak da pek kar etmedi sevgili okur. Dile kolay, “dünyanın başkenti” dedik. O kadar da olsun değil mi? İyisi mi siz bu yazdıklarıma bir göz gezdirin ve vakit geçirmeden kendi Londra hikayenizi yazmak için yola koyulun.