Dergi Bursa Aralık 2017 - Sayı 46
54 kıvrılan yer yer taşlarla kaplı toprak yolun her iki yanında; yemyeşil yaban otlarının arasına serpilmiş sarı sarı, mor mor çiçekler… Çiçekler içinde kırılgan yüzeylerinde siyah bulaşığı gelincikler kırmızı kırmızı… Bir tür çiçek patlaması… Yağmur dinmişti dinmesine ama ağaçlara biriken su; daldan dala, yapraktan yaprağa geçiyor, doygunluğa ulaşır ulaşmaz kendini bilinçsiz hamlelerle aşağılara doğru bırakıyordu. Teni okşayan yel, toprağın taze kokusunu, çiçeklerin kokusuyla harmanlayıp savururken; yol kıyılarındaki çoban çeşmelerinden taşan sular kendi açtıkları yollardan uzayıp gidiyorlardı. Zeynep, zeytinlikteki işini bitirdikten sonra eve gelir, annesinin ölümünden sonra yalnız kalan babasına akşam yemeği hazırlar ve soluğu kırlarda alırdı. Annesini kaybettiği gün de öyle yapmıştı. Çiçeklerin içinde çiçeklerden biri oluvermişti. İnce belli birinden beklenmeyecek irilikte dolgun memeleri, tülbendinin altından uzayıp inen saçları ve biriyle karşılaştığında etkisi altına alacağı anlamlı gözleri. Yine o çok sevdiği kırmızı gelinciklerin arasındaydı. Kanaviçelerinde papatyadan, nergise; ballıbabadan, sümbüle kadar birçok çiçeği işlerdi işlemesine ama gelinciğin yeri başkaydı... Yakında, çocukluğunu paylaştığı Hairazad’la evlenecekti. Hairazad… Uzun boylu, demiri dövmekten kabarmış ve kaslaşmış göğsü; ince ruhlu, demirci ustası Nubar’ın oğlu… Birlikte yaşayacakları eve tüllerin, kanaviçelerin en güzelini götürmeliydi. Bedenleri, gelinciklerle bezeli mis kokulu nevresimlerin üzerinde değmeliydi birbirine. Yastıklarındaki çiçekler, tenlerinden akan terle sulanmalıydı. Hele o kayınbabası Nubar’ın bir aydır üzerinde çalıştığı, dört parçalı, ucundaki tekerlekler sayesinde odanın istenen yerine zahmetsizce sürüklenebilen karyola... Bir gün dibinde peri kızlarının yaşadığı maviye bakan; göllü pencere, diğer gün zeytin ve kirazlarla örtülü yeşile bakan; tepeli pencere… O sabah havayı kaplayan pustan ne tepe ne de göl görünüyordu. Uykusunu üzerinden hâlâ atamayan Zeynep, esneye esneye köy meydanını gören pencereye yaklaştı. Belli belirsiz insan suretleri, tartışmalar, bağrışmalar… Kiraz ağacına her sabah tüneyip sonra uzun uzun şakıyan bülbülün sesi de duyulmamıştı. Telaş ve tedirginlik yeni doğan günü bitirmiş, gün yaşanmadan sanki gece oluvermişti. Göl kıyısındaki köylerde uzun zamandır kulaktan kulağa yayılan söylentiye Mustafalar dahil kimse inanmıyordu. Bu topraklardan gidileceği gerçek miydi? Komşular, akrabalar; köpekler, kuşlar; zeytin ağaçları ve göl, göldeki balıklar nasıl gidecekti onlarla? Yaşanmamış gibi, bir hiç gibi… Adları farklı olsa da aynı oyunlarda terlemiş, aynı sokaklarda, çayırlarda kirlenmiş ve aynı çeşmelerden su içmişlerdi. Aynı çınar gölgesiydi yorgunluklarını alan. İki hafta süre verildi. Düğün üç hafta sonraydı. Giden son kafilenin çığlığı hala kulaklardaydı. Nereye gittikleri hiçbir zaman bilinmedi. Yaşayıp yaşamadıkları da… Oturduğum yerden kalkarak pencerenin önüne kadar yürüdüm. Nasıl olmuştu da fark edememiştim. Köşede pencereden uzakta işlemelerle süslü, kırmızı gelinciklerle işli kanaviçe örtü ve tekerlekli karyola… fresh scent of the soil with those of the flowers; the waters that overflowed from the fountains along the roads spiraled away. Zeynep would come home after finishing her chores at the olive grove, prepare dinner for her father who was left alone after her mother passed away and would then rush off to the prairie. That was what she had done on the day she lost her mother. She had become a flower among the flowers. Large breasts contrasting with her thin waist, hair flowing down from under her muslin and her meaningful eyes that can take hold of anyone who she comes across. She was again among those red poppies she admired so much. She used to engrave many flowers on her canvases from daisies to daffodils; from nettles to hyacinths but red poppies were special… She would soon marry Hairazad with whom she shared her childhood. Hairazad… Son of Nubar, long, muscled chest from forging iron and of a fine spirit… She had to take the best canvases and gauzes to the house they would be living together in. Their bodies had to touch one another’s on fine scented bedclothes covered with red poppies. The flowers on the pillows had to be washed with their sweat. And that four-piece bedstead which could be rolled to anywhere in the room thanks to its wheels on which her father- in-law Nubar had been working on for a month… Windows one day overlooking the blue where once fairies lived and the next overlooking green hills covered with olives and cherries… They could see neither the hill nor the lake on that morning because of the mist covering the air. Zeynep who was still sleepy approached the window overlooking the village square yawning. Faint silhouettes, cries, shouts… The sound of the nightingale that cried every morning had not been heard that morning. Haste and anxiety had finished off the day and it was as if night had fallen without the passing of the day. No one including Mustafa and his family believed the rumors that spread around the villages around the lake for some time now. Was it true that they would have to leave these lands? How would the neighbors, relatives; dogs, birds, olive trees and the lake, the fishes in the lake go with them? As if none of them ever lived… They had sweated in the same games, on the same streets, on the same meadows and they had drank from the same fountains even if their names were different. It was the same shadow of the same plane tree they rested under. They were given two weeks time. The wedding was three weeks later. It was never known where they went to. Or whether they ever lived or not… I stood up from where I was seated and walked towards the window. How could I have not noticed. The wheeled bedstead at the corner, wrought with red poppies… geçmiş zaman kipinde past tense
Made with FlippingBook
RkJQdWJsaXNoZXIy MjAwNTM=