Dergi Bursa / Ocak - Şubat 2018 / Sayı 47
63 her güzelliği buraya vermiş ama bunları görüp duyacak, derleyip koklayacak biri olmadıktan sonra neye yarar?” deyince, Hazreti Süleyman bu söze mührünü basmış. Sol vezirine dönüp “A benim vezirim, sen çok gördün çok yaşadın. Dünyada bu güzellikten üstün bir güzellik var mı?” diye sormuş. Sol vezir de “Var sultanım var. Öyle dal dal ötüşen kuşların sesi güzeldir ama gönül yaylasını saran insan sesi daha güzeldir. Su pırıl pırıl, gökyüzü güzeldir ama hiçbiri ayın on dördü sultan gibi ay ile bahsedip gün ile doğamaz” demiş. Hazreti Süleyman, bu söze de mührünü basmış. Son sözü kendi alıp “Ey benim vezirlerim bu yerlerin bir insan eksiği var dediğiniz gibi bu güzellikleri görüp duyacak biri olsaydı böyle kaybolup gitmezdi, bu bir. Üstelik bunlara her güzellikten üstün insan güzelliği katılırdı, bu iki. Şimdi siz de benim bu sözüme bir mim koyarsınız; şu yaylaları yurt edinelim, saray yaptıralım, köşkü beraber içinde bahçesi, suyu beraber… Bu saraya güzeller güzeli Belkıs’ın tahtını kuralım, bu bahçeye de dilediği gülü, bülbülü konduralım” demiş. Vezirler mim koymaya kalmadan bir taş, dile gelip “Belkıs, Belkıs” diye inim inim inlemiş. Hazreti Süleyman o saatten tezi yok perilerini başına toplayarak konuşacakken perilerden biri niyetini anlamış. Başlamış anlatmaya: “Ya Süleyman; ‘Can Kavmi’ denilen bir kavim buralara bir şehir kurmuş ama “Cin” kavmi denen bir kavim de bu şehre göz koymuş. Bin yıl dövüştüler, sonu ne onlara kaldı ne bunlara. Tufan gelip sular altında bıraktı şehri. İşte bu dağın eteğinde gördüğün göller göl değil, tufanda göllenip kalmış sudur. O şehir de sözüm ona bu göllerden birinin altında yatıp duruyor”. Hazreti Süleyman bunları duyunca Mühr-ü Süleyman’ı or even national celebrations or mourning… They are either tales fabricated by kings, sultans or rulers so as to frighten their subjects for absolute dominance, or even by people who want to believe in miracles… Or maybe, who knows, they are completely true… Seal of Solomon, Heaven of Balkis Once upon a time, there was a “Holy Solomon” within each Solomon. He had the light of prophethood on his front, and crown of sovereignty on his head. Allah bestowed him a talismanic seal, hitherto known as “Seal of Solomon.” Thus, he could reign over nature. His throne was neither golden nor ivory; it was a palanquin made by jinn or nymphs. Thus, he wandered all around the world, shared joy and grief of anyone. Someday, he sat on his throne; he took a vizier on his right and another on his left and took off. Heavens and mountains bent down, the roads melted away. In the blink of an eye, he reached at the summit of Uludağ, the mountain of mountains. There he saw that the mountain had one piedmont of sound, one of colour, one of water and one of light… “Behold what the Lord creates,” he said… He turned to vizier on his right and asked: “Oh my vizier! You travelled and saw a lot. How do you think these places are?” The right vizier answered: “O my Sultan; Allah bestowed all beauties for here, but what’s good of it if there is nobody to see, hear, visit and smell them?” Thereupon, Solomon impressed his seal on these words. Then, he returned to his left vizier and asked: “O my vizier! You travelled a saw a lot. Is there any beauty superior to this all around the world?” “There is, my sultan,” responded the left vizier. “The voice of singing birds is beautiful; nevertheless, human voice that embraces the plateaus of heart is more beautiful. Sparkling water and bright skies are beautiful; none of them however, can talk about moon and appear with the day, as the sublime Sultan.” Solomon impressed his seal on these words, too, before taking the floor: “Oh my viziers! Man is lacking in these Hz. Süleyman’ın Krallığı filminden
Made with FlippingBook
RkJQdWJsaXNoZXIy MjAwNTM=