Eylül

Eski sevgililerim birer birer evleniyor.

Ve ben işte yaşlanıyorum iyiden iyiye. İlk gençliğin renkli rüyaları, bilgece bir gülümsemeyle akla gelen sevimli hatırlara dönüştü; artık ne hayat öyle çok uzun geliyor şimdi bana, ne de gençliğin sonsuza uzarmış gibi duran gölgesine inanıyorum. Bir sabah uyandığımda artık “genç” bile olamayacağımı biliyorum; bunu bana sızlayan kemiklerim, harekette zorlanan eklemlerim ya da aynada gördüğüm buruşuk yüz değil üstelik, bir Eylül söyleyecek.

Size Eylül’ü anlatayım.

Eylül, geçmiştir; geçip gitmişlik, yarım kalmışlıktır.

İçinde aslında sizin de olabileceğiniz bir hayata, şimdi çok uzaktan bakmaktır. Kimi zaman sızı, kimi zaman duyulan acı, ya da işte Eylül, siz’sinizdir; içinde sizin olmadığınız bir hayatta. Dokunamadığınız ama gördüğünüz, elinizi uzatamadığınız ama orada olduğunu bildiğiniz; işte Eylül bir filmdir sahnede oynayan ve sizin sadece izlediğiniz; hani başrolü size teklif edilmişken bir vakit. Dün erken vakitte gelmiş benim “facebook” hesabıma. Önce görmemişim, sonra bugün akşamüstü tekrar girdim siteye, bir mesaj gelmiş. Adı Eylül. Beş tane fotoğrafı var, özenle giydirilmiş, cicili bicili, her birinde daha tatlı, tombul yanakları ısırmalık kırmızı, çenesinden akan salyalarda bir başka çocuk gülümsüyor sanki. Gözleri pek tanıdık; ismi dilimin ucunda bir kadının bebekliğini görüyorum gibi. Daha sonraki yazışmalarımızda henüz yedi aylık olduğunu, dişleri çıkmak üzere olduğundan damağının çok kaşındığını ve bu ismi ona annesinin verdiğini öğrendiğim bu küçük arkadaşım, bebekliğine hiç aldırmadan, beni yerlere seren şu soruyu sormuş: “ben doğdum, sen hala ıssız mısın?”

Eski sevgililerim birer birer evleniyor.

Ve ben işte yaşlanıyorum iyiden iyiye. İlk gençliğin renkli rüyaları, bilgece bir gülümsemeyle akla gelen sevimli hatırlara dönüştü; artık ne hayat öyle çok uzun geliyor şimdi bana, ne de gençliğin sonsuza uzarmış gibi duran gölgesine inanıyorum.
Ve işte Eylül, siz’sizinizdir, içinde sizin olmadığınız ve asla olamayacağınız bir hayatta.

Celil Sezer

Terk ettiğiniz kadın çıkagelmiştir yıllar sonra. Bir vicdan gibi karşınızda durur; üstelik artık tek kişi de değildir. Sizden hesap sormaz, kızmaz size, sorgulamaz, bir yaranız var mı ona bakmaya da gelmemiştir üstelik ama işte sadece öyle uzaktan, hesapsız, gövdesini kapıya yaslayıp içeri meraklı gözlerle bakan çocuklar gibi bir göz atıp gidecektir hayatınıza. Belki bir gece rüyasına girmişsinizdir, apansız yakalamışsınızdır onu bir rüya arasında, belki yolda size benzeyen birine rastlamıştır, belki ismi sizinle aynı olan bir başka adamla karşılaşmıştır, birden, aniden, hiç haberi bile yokken ve sizi aslında hiç unutmamışken, tutuşmuştur alevi yeniden, sizi görmenin, size ses vermenin ve sizden ses duymanın yakıcı arzusu. Evli barklı o kadın, o incecik çizginin ötesine geçince birden özlem dolu bir “eski sevgili” oluverir. Belki sizinle Heybeliada’ya giden vapurun kuytu bir köşesinde öpüşürken kendinden geçen bir genç kız, belki siz onu terk ettiğinizde, size nefretle bakan ve o an, onun size hayatı boyunca artık öyle bakacağına inandığınız acı dolu kadın oluverir.

Bulur sizi.

Nerede olursanız olun, ister evli, ister bekar, ister ıssız, ister çocuklu..

Bulur.

Eliyle koymuş gibi hem de. Kadınların “bulmak”la ilgili, erkeklere verilmemiş bir yeteneği olduğuna inandığımdan değil, onların arzularının hiçbir engel taşımadığını bildiğimden, biliyorum bulacaklarını.

Onların asla unutmadıklarını bildiğim gibi.

Size söylesem, biliyorum inanmazsınız, benim öyle olmasını umduğumu bile düşünebilirsiniz ama işte öyle değil; unutmuyor kadınlar. Ve ilk çocuklarını sizinle büyütüyorlar. Bir kadının ilk aşkıyla ilk çocuğu arasında derin bir bağ vardır. O çocuk bir gün o “amca”yla karşılaşsa bir yerde, denk gelip sohbet etseler, o çocuk o amcanın hikayesini bir yerden biliyor olacak muhakkak. Amcaların hikayeleri, ilk çocuklara tanıdık gelir. Benim hikayemin, Eylül’e tanıdık gelmesi gibi.

Bacakta sallanırken, annesinin omzunda uyurken veya bir gece yarısı aniden uyanıp meme ararken ve bulurken sütü, yüzünü annesinin göğsüne dayamışken, fısıldanmıştır ona benden hikayeler. Genç anneler, genç babalara anlatamayacaklarını ilk çocuklarına anlatır ve ilk çocuklarını ilk aşklarıyla büyütürler. Çiçekleri sular gibi, onların topraklarına ilk sevgililerinin anılarını akıtırlar. Çiçek büyür; çiçek işte, elde değil, büyüyecek.

Eylül, kızım.

Sen de büyüyeceksin.

Bir gün bir yerde karşılaşırsak eğer, bu “amca”nın hikayesini daha duyar duymaz, sana bir şeyler tanıdık gelirse, o kokuları duymuşsan önceden, bu sesler tanıdıksa, bil ki sen ilk çocuk ben ilk aşk’ımdır. Ben senin suyunum, sen çiçeksindir. Eylül’sün sen çünkü.  Sahnede oynayıp duran; başrolü bir vakit bana teklif edilmiş hani.

C.S.

Başa dön tuşu