Göçün her hali…
Fehmi Enginalp yazıları
Göçün her hali…
Göç… Üç harfli yalın bir sözcük göç. Çağrıştırdıkları, anımsattıkları, hayal ettirdikleri, düşündürdükleri ise çok, pek çok. Göç, göçmek, göçme, göçmen, göçmenlik, göçerlik vb. sözcüklerinin tümünde insanı üzen, insanı hüzünlendiren, insanın içini yakan, insanı acıtan bir şey var. Üzüntü, hüzün, elem, keder, acı karışımı bir duygulanım bu…
Ne yazayım? Ne yazılabilir “göç” hakkında? Kuşkusuz çok şey yazılabilir. Ama ben, bende her zaman uyandırdığı iki ana çağrışım ve bir-iki yan çağrışımdan söz etmek istiyorum. Birincisi hüzün. Ben severim hüznü. Hüzünlü şarkıları çok sevdiğimden ötürü mü bilmem, severim. Şimdi bir de hazan mevsimindeyiz ya… Her yerden bir hüzün sarar beni. Evde, yolda, sokakta, bağda, bahçede, parkta. Sararan yapraklar, dökülen gazeller, şarkılara ve türkülere karışan hüzünlü sözler, dizeler, nağmeler… Hele de Yıldırım Gürses’in söylediği “Yine hazan mevsimi geldi, yine yapraklar rüzgârların peşi sıra gidecek” şarkısı var ya… Sevilir mi hüzün? Sevilecek bir şey mi? Acaba başka sevenler de var mı? Vardır elbette. Olmaz mı? Bunları düşünürken akşam Yılmaz Akkılıç Kütüphanesi’ndeki Edebi Kazılar etkinliğinde koyu bir söyleşi gerçekleştiren yazar Mario Levi konuşma sırasında “Ben hüznü severim” demesin mi? Sevindim, rahatladım. Demek ki yalnız değilmişim. Hüznü sevenler de varmış benden başka.
“Göç”ün bende çağrıştırdığı ikinci duygu ”acı”dır. Yalın, katıksız acı. Bu hüzünden çok öte bir acı. Yerinden, yurdundan zorla koparılıp göçe zorlananlar usuma geldikçe hüzünlenir, ağlamaklı olurum. Çok üzülürüm. Ne büyük bir acı onların acısı. Ana ocağından, taşından, toprağından, köyünden, kasabandan, mahallenden, eşinden, dostundan koparılıyorsun zorla. Bilmediğin diyarlara gidiyorsun. Neler göreceksin, neler yaşayacaksın, nelerle karşılaşacaksın, belli değil. Kafkaslar’dan göçenleri, Balkanlar’dan göçenleri, Girit’ten koparılıp getirilenleri düşündükçe içim sızlar, yüreğim sıkışır. Sanki onlar değil, benim oralardan göçüp gelen ya da göçtürülen… Hele Büyük Mübadele’de Niğde, Aksaray, Ereğli yöresindeki Türkçe konuşan, sırf Hristiyan oldukları için binlerce yıllık yurtlarında koparılan Karamanlıların yaşadıkları büyük acı beni kahreder. Girit’ten koparılıp Anadolu’ya gönderilen Giritli göçmenler de. Onların acı dolu öykülerini yazan Ahmet Yorulmaz’ın kitaplarını bilmem okudunuz mu? İnsanın içi bir tuhaf olur o kitapları okurken. Sevginin, aşkın, tutkunun, dayanışmanın, toprak sevgisinin ve acının en katmerlisini görür ve o acıları bire bir siz de yaşarsınız. O etnik ve inançsal büyük arındırmanın kime ne yararı oldu ki… Hala o acıyı yaşayanlar var her iki tarafta da.
Göçlerin daha masumları da var bildiğimiz, yaşadığımız. Köylerden, kırsal alanlardan kentlere yapılan göçler gibi örneğin. Bunlara “gönüllü göç” denebilir belki. Bir zorunluluktan kaynaklanıyor bunlar da aslında. İş, ekmek, gelecek kaygısıyla kentlere yoğun göçler oluyor son zamanlarda. Bunlar kentlerde büyük bir yığışma yaratıyor, büyük sorunlara yol açıyor. Ama isteğe bağlı, gönüllü göçler. Burada da acılar, hüzünler söz konusu. Ama biraz da endişe, korku, kaygı ön planda. Acaba ne olacağız, acaba ne yapacağız korkusu ve endişesi egemen. Bir de artık nostalji olan çocukluğumuzun geçtiği yerlerde yaşanan göçler var. Yaz başlarında bağlara göçerdik o zamanlar, sevinçle. Yüklerimizi eşeklere, katırlara yükleyip yatak, yorgan, yastık, tencere, tava, kazma, kürek ne varsa artık haydi bağlara, bağ evlerimize. Bazısı tek katlı, bazısı çift katlı olurdu bağ evlerimizin. Ama önlerinde mutlaka ak toprakla sıvanmış ve cilalanmış bir sekisi, su kuyusu, bazı yerlerde de havuzu olurdu. Bağlarda iki üç ay oturulur, kışlık yiyecekler hazırlanır, güzün yağmurlar başlamadan, okullar açılırken kente geri dönülürdü. Eh, artık bunlar tarih oldu. Şimdi kimsecikler bağlara gitmez oldu. Bağlar tarumar oldu. Ah, ne güzel günlerdi o günler! Haa, bir de Yörüklerin göçleri olurdu bizim oralarda, Orta Toroslarda. Davarları, develeriyle gelip geçerlerdi. Uzaktan seyrederdik onları. Kasabaya inerlerdi kimi zaman. Çocuklarıyla arkadaş olurduk kısa süreliğine. Elma, armut verirdik onlara. Onlar da tarihe karıştı artık.
Her şey çok çabuk değişti, değişiyor. Her dönem, her yaş yeni bir şey getiriyor. Göçler de değişti kuşkusuz ve çeşitlendi. Şimdilerde bir başka göç türü daha yaşanıyor ülkemizde. Tehlikeli bir göç türü bu. Hem de yoğun biçimde. Gençlerimiz uzak ülkelere göçüyor. En değerli beyinlerimiz “beyin göçüne” kurban ediliyor. Çok çabuk kirleniyor her şey. Dünyada büyük çatışmalar, savaşlar yaşanıyor. İnsanlar ölüyor ardı ardına… Buralardan hızla göçüyorlar, kaçıyorlar insanlar. Her yer acı ve hüzün dolu. Barışı kazanıncaya dek sürecek bu acılar. Öyle görünüyor ne yazık ki…
Öyleyse haydi gelin, barışı kazanmak için hep birlikte olalım. Zoraki göçleri, savaşları önlemenin tek yolu bu. Göçsüz, savaşsız bir dünya özlemiyle hoşça, esenlikle ve sevgiyle kalın.
Fehmi Enginalp