“Güzel atlar ülkesi”nden günlük notları

“Bir gece düş gördüm, kalktım oraya gittim. Döndüm evime uyudum, düşümde yine oradaydım. O ülkenin perileri beni yine çağıracak biliyorum, yine düşeceğim yollarına o büyülü evrenin.”

Uzun bayram tatilinin ilk durağı Tuz Gölü…  Ankara, Konya ve Aksaray’ın kesiştiği noktada, hangi ilimize ait olduğu muamma olan ve yüzölçümü bakımından Türkiye’nin 2. büyük gölü olan Tuz Gölü, gözünüzün alabildiğine uzanan bir beyazlık. İnsana sonsuzluk hissi veren bu doğa harikası ile hala tanışmadıysanız, mutlaka görmeli ve üzerinde yürüyerek o keyfi tatmalısınız. Ama asıl gezimiz yeni başlıyor; yolculuğumuz Pers dilinde “Güzel Atlar Ülkesi” anlamına gelen Kapadokya’ya…

Aksaray’dan 20 km ilerledikten sonra “Kapadokya’nın güzelliği başlıyor” tabelasıyla birlikte coğrafi değişiklikleri hayretle izliyoruz. Kapadokya; Nevşehir, Aksaray, Niğde, Kayseri ve Kırşehir illerini kapsayan kocaman bir çember, biz ise Aksaray’ın turistik açıdan yeni keşfedilen bir ilçesi Güzelyurt’ta yani eski adıyla Gelveri’de kalmayı tercih ediyoruz. Evleriyle meşhur Gelveri’de konaklama için yörenin mimarisini taşıyan kemerli bir konağa yerleşiyoruz. Yerde yöresel kilimleri, duvarlarında Hitit güneşi tablosu ve iğne oyasından yapılmış gelin keseleri bulunan, taş, ahşap ve kadifenin uyumunu gözler önüne seren bir dekorasyon hâkim bu konaklara. Aslında bu topraklarda yaşamış birbirinden farklı medeniyetlere ait tarihsel izlerin harmanlanması şeklinde dekore edilmiş de diyebiliriz.

Öğlen vardığımız otelde gezi alternatifler hakkında bilgi edindikten sonra ilk günümüzü yakın civarda tamamlamaya karar veriyoruz. Otelin etrafında başlayan Manastırlar Vadisi heybetli duruşuyla, kayalıkların arasından akan suyu ve söğütleri ile karşılıyor bizi. Bilinen 28 tane kaya olma kilise, şapel ve yeraltı şehri bulunan vadide Hıristiyanlığın Anadolu’da yayılmasını sağlayan ve bölgenin üç büyük azizinden biri olarak kabul edilen “Aziz Gregorios” adına 385 yılından yaptırıldığı tahmin edilen kiliseye gidiyoruz. 1924 mübadelesinden sonra cami olarak kullanılan St.Gregorios Kilisesi bu nedenle Cami Kilise olarak anılıyor. Ardından kapalı Yunan haçı planlı, tamamen kayaya oyulan Sivişli Kilise’yi gezip hemen üzerindeki Panoramik Seyir Terası’ndan baktığımızda Kapadokya’nın mimarlarından Hasan Dağı’nın eteklerine yaslanmış, bir kısmı halen ev olarak kullanılan doğal kaya oyuntularının ve uzakta masmavi parlayan Güzelyurt Göleti’nin ortasında muhteşem bir noktada olduğumuzu anlıyoruz. Fotoğraf makinesi şimdiden bizden bezmiş durumda.

Güneş batmadan 3 km batımızda Güzelyurt Göleti’ni daha yakından görebileceğimiz 19.yy yapısı olan doğal bir kayaya inşa edilmiş Yüksek Kilise’ye gidiyoruz. Bir tarafı Hasan Dağı’nın kudretli tepelerine, bir tarafı sakin gölete bakan kilisede bir büyük güneşi devirip, otele dönüyoruz. Biber, sarımsak, domates ile saçta kavrulan kuzu etinden oluşan yöresel Gelveri Tava yiyip, Nevşehir Uçhisar’da yetişen kalecik karası üzümlerinden elde edilen güzel bir şarapla otelimizin terasında güne veda ediyoruz.

İkinci gün doğal tereyağı, köy peyniri, bal ve mis gibi pideyle kahvaltı ettikten sonra düşüyoruz yollara. Güzelyurt’tan Nevşehir-Avanos’a uzanan 80 km’lik gezi rotamızı çizip ilk durağımızı belirliyoruz; Nar Gölü. Kendiliğinden oluşan ve termal su çıkan bu göl aynı zamanda “Krater Gölü” olarak da anılıyor. Gerçekten ünlü bir ressamın fırçasından çıkmış gibi burası.

Güzelyurt’tan 52 km sonra vardığımız Derinkuyu, ismini halkın içme suyunu 60-70 metre derinliğindeki kuyulardan temin etmesinden almış. Önce tavanını İsa, Meryem Ana ve dört büyük meleğin baş harflerinin (C,A,M,İ) süslediği Aziz Theodoros Trion Kilisesi’ne giriyoruz. Kilisenin kapısında kendi yaptıkları bez bebekleri satan köylü teyzeler ve birkaç köylü çocuk karşılıyor bizi. “Cemalım” türküsünü söylüyoruz hep birlikte. Çocukların rehberliğinde dinliyoruz tarihin hikayelerini… 19 metrelik Türkiye’nin en büyük Atatürk Heykeli’ni ve ülkemizin tek üçgen minareli camisi Üçgen Cami’yi anlatıyorlar.

Unesco tarafından kültür mirası olarak kabul edilen ve Kapadokya’nın 36 yeraltı şehrinin en büyük yeraltı şehri olan Derinkuyu Yer altı Şehri’ne gidiyoruz. 8 katlı olan Derinkuyu Yer altı Şehri ve aslında tüm yer altı şehirleri iki nedenle kurulmuş. Birincisi olası tehlikelere ve tehditlere karşı sığınma ve saklama amaçlı daha derinlere,  diğeri ise normal yaşam amaçlı yeryüzüne daha yakın olanlar. Bu yapılar doğal “Tüf”lerin oyulmasıyla oluşturulmuş. Tüfler ise yanardağların püskürttüğü kül, kum ve lavın karışımından oluşuyor. Yer altı şehirlerinin her bölümünde şehirdeki diğer evlere gizli geçitler bulunuyor. Savaş zamanı insanlar içlerine mutfak, oturma odaları, erzak depoları ve şaraphaneler yaptıkları bu yer altı şehirlerine gizlenip orada yaşıyorlarmış. Ve elbette yer altı şehirlerinin olmazsa olmazları oksijen akışı için ucu bucağı görünmeyen derin hava bacaları ve başlangıcından sonu görünmeyen dar geçit ve tüneller… Derinkuyu’nun en ilginç tarafı içinde yatay haç formunda olması yani zeminde bir “T” harfi şeklindeki kilise… En derin ve ürkütücü yeriyse uzun bir tünelin sonunda bulunan mezar odası…

Derinkuyu’dan Nevşehir’e giderken Göre kasabasından geçiyoruz.  Terk edilmiş viran taş evlerle dolu bu küçük kasabada kimse yaşamıyormuş gibi bir izlenime kapılıyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki 1980’de kasabanın yerlileri taş evlerin etrafında bulunan kayalıkların artık tehlike arz ettiğini düşünerek Göre’nin yeni yerleşim bölgesindeki apartmanlara göç etmişler. Eski Göre de hüznüyle öylece olduğu gibi kalmış. Suları akmasa da, çöpleri dökülmese de hatırasını yaşamaya çalışan birkaç aile ile birlikte…

Göre’den sonra karşımıza çıkan ilk yer Nevşehir oluyor. Şehir merkezinde Nevşehir Kent Müzesi’ni ziyaret ediyoruz. Arkeoloji ve etnografya olarak ikiye ayrılan müzede Roma, Bizans, Hitit, Frig, Pers, Urartu uygarlıklarına ve Anadolu’da yaşamış hemen her medeniyete ait tarihi eserlere rastlıyoruz. Steller, lahitler, mutfak gereçleri, av ve savaş malzemeleri, takı ve aksesuarlar… Her birinin bu topraklardan çıktığını görüp, yurdumuzun zenginliğinin bir kez daha farkına varıyoruz. Etnografya müzesinde ise Türklerin Anadolu’ya yerleşmesinden sonraki izlerine tanıklık ediyoruz. Kilim dokumaları, semer süslemeleri, kadın ve erkeklerin giyimine dair örnekler, aksesuarlar, işlemeler, hamam kültürümüzü yansıtan malzemeler, savaş gereçleri, el yazması Kuran’lar, çini ve porselenler hepsi öyle güzel ki…

Nevşehir’den Göreme’ye doğru yola çıktığımızda ilk durağımız Uçhisar oluyor. Uçhisar’da görülecek iki önemli nokta var. Bir tanesi peri bacalarının hemen üzerindeki 1330 metre yüksekliğindeki Uçhisar Kalesi.  Kale, yüksekliği nedeniyle güzel bir izlek alanı ve konumu itibariyle yoğun ziyaretçi alıyor. Diğeri ise Kapadokya’nın en güzel izleme noktası olan Güvercinlik Vadisi. Hem peri bacalarını, kaleyi, hem vadinin derinliğini hem de etrafındaki doğal tüf oyuntularını izleyebileceğiniz inanılmaz bir manzaraya hâkim…

Ve Kapadokya’nın 3 önemli merkezinden biri olan Göreme Açıkhava Müzesi’ne geliyoruz. Müze Kart’ınız yoksa gitmeden önce edinin veya Kapadokya’daki ilk Müze Kart satışı olan durağınızdan satın alın. Zira giriş ücreti vermek size Müze Kart’ın en az üç katına mal olabilir.

Çok büyük bir alana yayılmış olan bu ören yeri manastırlar, kiliseler, şapeller, mutfak ve yaşam alanlarından oluşuyor. Hıristiyanlığın en önemli azizlerinden Aziz Basil bu bölgeyi dini eğitim ve düşünce merkezi olarak kurdurmuş. 1000 yıldan uzun bir süre manastır hayatı devam eden bölgenin içinde bulunan din merkezlerindeki tüm freskler 11.yy’dan kalma olduğu için Hıristiyanlık için çok büyük bir önem taşıyor. Müzenin içinde en çok beğendiğim kilise, içindeki tasvirler ve fresklerle anlatılan tarihten sahneler nedeniyle Elmalı Kilisesi’ydi.

Zelve Açıkhava Müzesi’ni de görmek istiyoruz ama vardığımızda müze kapandığı için onu da ziyaret edemiyoruz. Sabah saat 10 gibi çıktığımız turumuzun saat 18’de yüzde seksenini bitirmiş olsak da gezemediğimiz yerlerin hüznüyle yolumuza devam ediyoruz. Devrent Vadisi’ndeki hayvan figürlü kayaları görünce hüznümüz yeniden heyecana dönüşüyor. Özellikle deve şeklindeki kayanın onlarca fotoğrafını çekip, son durağımız Avanos’a gidiyoruz.

Avanos altından geçen Kızılırmak akarsuyu, otantik evleri, testi kebabı, seramikleri, kilimleriyle bizi hemen etkisi altına alıyor. Eski evlerin, eski sokakların arasından ülkemizin en büyük akarsuyunun üzerine kurulmuş asma köprüden geçiyoruz. Asiliğiyle ünlü nehir altımızdan gürül gürül akarken biraz fazla sallanan köprüde hafif sarhoşlaşıyorum. Geri dönüp seramikçilerin bulunduğu çarşıda turluyoruz. Bir tanesine gözümüzü kestirip, biz de çanak çömlek yapmayı denemek istediğimizi söylüyoruz.

Usta ellerimi çamurlu suya bandırıp, kilden bir parça koparmamı istiyor, tezgâhı ayağıyla döndürüp bana sadece şekil verme işini bırakıyor ve bir vazo yapmamı istiyor. Bir süre elimdeki malzemeye vazo formu vermeye uğraştıktan sonra beceremeyip başka bir şeye benzetiyorum. “Yok, ben kupa yapacağım” diye çeviriyorum hemen. Bu işin bana göre olmadığını anlıyorum, usta da; “siz boyama yapın, zaten bu erkek işi” diyor. Sözlerini “Buralarda çanak-çömlek yapmayı bilmeyen oğlana kız vermezler, kilim dokumayı bilmeyen kızı da almazlar” diye tamamlıyor. Gülüşüyoruz. Çarşısını gezerken usta da bize çanak çömleklerin tarihini ve hikâyelerini anlatıyor. Kadınların kocaları savaşa gidince edindikleri, ağlayıp içini gözyaşlarıyla doldurdukları gözyaşı testileri, hiçbiri birbirine benzemeyen Osmanlı minyatürleriyle süslü tabak-çanaklar, Hitit dönemine ait çömlekler ve şarap testileri… En çok ilgimi çeken halkalı Hitit şarap testisi oluyor. Üzerinde Hitit figürlerinin bulunduğu ve hizmetkârların hükümdarlarına saygı amaçlı kollarına geçirip eğilerek şarap servisi yaptığı ortası delik olan bu testilerden, kadehiyle takım bir tane edinip, testi kebabı yemeğe gidiyoruz.

Üçüncü ve son günümüzde otelin bize hazırladığı tura katılıyoruz. İlk olarak Gaziemir Yer altı Şehri’ni geziyoruz. Bu, gezmiş olduğumuz diğer yer altı şehirlerinden çok farklı. Bölgenin normal yaşama amaçlı oluşturulan en büyük şehri. Diğer bir özelliği ise şarap yapım yerleri olan şırahanelerin içindeki en güzel şırahane örneği Gaziemir’de bulunuyor. Gerek büyüklüğü, gerek zamanında düşünülmüş tüm ayrıntılarıyla benim de en sevdiğim yer altı şehri burası oluyor.

Ihlara Vadisi günümüzün ikinci ve en önemli durağı oluyor. 14 km uzunluğu ile Dünya’nın Arizona’daki Grand Canyon’dan sonra ikinci büyük vadisi. On milyon yıl önce meydana gelen volkanik patlamalar sonucunda küllerin sel sularıyla beraber 200 m yüksekliğe kadar oluşturduğu kayaçların en güzel örneği buradan görünüyor. Ortasından geçen Melendiz Çayı da kayaları ve bazalt yapıyı aşındıra aşındıra vadiyi oluşturmuş.  Hıristiyanların sığınma ve Ortodoksların yayılma noktası olan bu vadide bilinen 105 kilise bulunsa da şu an için 13 tanesi gezilebiliyor. Bu bölgede yapılan kiliselerin çoğunu burada yaşayan aileler kendi evlerinden geçitler oluşturarak inşa etmişler. İki üç aile bir araya gelip yaptıkları kiliselerde ibadetlerini ettikten sonra tünellerden geçip evlerine dönmüşler. Aynı zamanda tarıma elverişli olan Melendiz Çayı’nın kenarında da üretim yapıp yaşamlarını idame ettirmişler.

Biz de bölgenin en önemli iki kilisesi olan, İsa’nın hayatından ve mucizelerinden sahnelerin tasvirlendiği İkonoklazm döneminden sonra oluşturulan fresklerle dolu Ağaçaltı Kilisesi ve Yılanlı Kilise’yi gezip, 4 km’lik yürüyüşümüze başlıyoruz. Yılanlı Kilise’de gördüğüm şu ayrıntıyı da eklemeden geçmek istemiyorum, ölümden sonra yaşamla ilgili tek fresk Ihlara’daki Yılanlı Kilise’de bulunuyor. Mutlaka görülmeli. İlk olarak kayaların içindeki nişleri yani güvercin yuvalarını görüyoruz. Hıristiyanlar için güvercinlerin önemi çok büyük; hem Tanrı’nın ruhunu simgelediğinden, hem dışkılarından gübre yaptıklarından hem de yumurtalarının akını fresk yapımı için kullandıklarından onlara kendi yaşam alanlarından yerler ayırmışlar.

Akarsuyun kenarından yaptığımız harika bir doğa yürüyüşünün ardından Belisırma’da güveçte alabalık keyfi yapıyoruz. Belisırma akarsu üzerine kurulmuş masaları bulunan sıra sıra restoranlardan oluşuyor. Ve Ihlara Vadisi gezisini tamamlayan hemen herkes burada yemek molası verdiği için oldukça turistik ve kalabalık bir yer. Fakat keyfine diyecek yok.

Son olarak Aksaray’dan Güzelyurt’a gelirken gözümüze çarpan Selime Köyü’ne geliyoruz. Selime Katedrali yine Kapadokya bölgesinin en büyük din merkezlerinden biri. Tırmanması biraz zor olsa da zirvesine çıktığınızda yorulduğunuza değiyor. Zirvedeki kilisenin büyüklüğü ise hayli dikkat çekici, üç nefli bazilikal planlı kilise bölgedeki bu plan tipinin tek temsilcisi.

Kapadokya sadece doğa harikası güzellikleriyle değil, üzerinde yaşamış onlarca uygarlığın (ki bazılarının bilinmeyen gizemli) tarihiyle, Hıristiyanlık için büyük bir inanç merkezi olmasıyla bir cennet. Ertesi gün dönecek olmanın verdiği hüzünle, biraz daha gizem paylaşmak adına bu topraklarla oturup dinliyoruz Güzelyurt’u. Geceler ne uzun burada, ne sakin, ne telaşsız bir bilseniz. Bir iki köpek havlaması ve rüzgârın uğultusu dışında hiçbir şey bozmuyor bu sessizliği. Üç günlük Kapadokya gezimizi dolu dolu yaşamanın verdiği huzurla uyuyoruz taş odamızda. Darısı başınıza!

Hemzemin’de tekrar görüşmek üzere, sevgiler.

Başa dön tuşu