“Hayat saldırır, onun işi bu”

Biz insanlar, daha doğduğumuz andan itibaren farkında olalım ya da olmayalım bir savaşa dahil edilmişizdir. Bu süreci belki de dünyaya geldiğimiz andan; yani ciğerlerimize taze oksijenin dolmasıyla birlikte haykırarak ağladığımız ve içimizde kavrulmuş bir acıyı hissettiğimiz dakikadan başlayarak anlamalıyız.

Hayatın bize karşı ilk saldırısıdır taze oksijen; ve elbette hazırlığımız yoktur. Bu çaresizliğimizi fark etmemizle birlikte kendimize kalkanlar ediniriz. Bir vakit sonra, biz henüz bir küçük çocukken, hayatın “can sıkıntı”lı zamanlarından, oyunlar oynayarak kurtulmaya çalışırız. Bu gibi şeyler aslında hayata karşı kendimizi somut olanla savunmamızdır. Bir de soyutlar vardır: Sözgelimi, bizimkiler dizisinin en keyifli bir anında, anne babamız erken yatmamız konusunda son uyarısını yapar ve biz diziyi bırakmaktan ziyade, dün gece tam uykuya geçmek üzere olduğumuz bir anda yarım bıraktığımız hayale, birazdan devam edeceğimizi düşünerek, kendimizi avuturuz.

Hayat saldırır çünkü, onun işi bu. Ve biz çoğu zaman hayale sığınırız. Ve aradan zaman, bir hayli zaman geçer.

Bizimkiler dizisi, artık sadece bir tebessümle hatırladığımız bir geçmiş zaman hikâyesi halini almıştır ve biz artık dizi izleyenlere burun kıvıracak kadar büyümüşüzdür. Ama içinde bulunduğumuz savaş sona ermemiş, yalnızca farklı şekiller ve haller almıştır ki, biz yine kendimizi savunacak başka şeyler bulmalıyızdır. Aklımız iyiye ve kötüye, güzele ve çirkine, mana ve maddeye, en nihayetinde de hayata biraz ermiştir.

Alev Alatlı’nın “Sanat, hayata tahammül etme biçimidir” sözüyle birlikte, aslında içimizde adını koyamadığımız savaşın ve o savaşa karşı koymamız gerektiğinin; lakin bunu nasıl yapacağımızı bilememenin sancılarını hissettiğimiz bir zamanda, saldırıdan uzakta yaşayabileceğimiz en güvenli bir yerin, somut değil, hatta tam tamına da soyut olan bir yer olduğunu düşünürüz. Hayatın kılıçları varsa, bizim de sanat adında kalkanlarımız vardır. Zamanla birlikte fark ederiz ki yağmur yağıyor; ancak bunlar kara bulutların, kötümser bir havanın değil, içinde bulunduğumuz yaşamın üzerimize bıraktığı, her bir tanenin de su damlalarından değil, sanki ağır demir külçelerden müteşekkil olduğu ve can yakıcı, insana şemsiye açtırıcı bir yağmurdur. Ve biz de açarız.

Etrafımızdaki sayısız imgeler üzerimize doğru bırakır yağmurunu, herkes en azından bir şey, çoğu şey de çok şey ister bizden. Karşılamak, doyurmak, susturmak veyahut ıslanmamak elde değildir. Akıllılarımız kaçacak en güvenli yer olan sanata doğru koşar. Çünkü, dünya savaşı sırasında bombalamalardan korunmak için ışıkları karartılmış bir gecenin korkulu tenhasında, küçük bir odada ancak “karartma” şiirini yazarak nefes alan Eluard gibi, hakikatin çoğu zaman azaplı yakıcılığından kaçılabilecek en güzel yer bir hayal ülkesidir ki bu çoğu zaman yalnızca sanatla yaratılır. Şemsiyemiz sanattır. Akıl sahipleri yaratmaya mahkûmdur. Onların bahar ülkesidir yarattığı yerler, benim gün içinde oturup bunları yazmam da bir nefes alışı, işimin terli ve hızlı koşusundan yorulup bir gölgeli ağacın dibinde ellerimi, kırılmış dizlerimde buluşturarak kendi bahar ülkeme kavuşmamdan başka bir şeyle açıklanamaz.

Peki sanat yormaz mı? Onun yorgunlukları yok mudur? Elbette onun da tatlı bir yorgunluğu mevcut; eroine alışanlar nasıl ki gittikçe daha çok eroin ararlar; sanata alışmış olanlar da gittikçe daha saf, daha su katılmamış, daha yoğun, daha koyu ve daha kuvvetli, daha çok sanat ararlar. Edebiyatın benim asıl şemsiyem olduğu gibi, fotoğraf da üzerime doğru geldiğini hissettiğim ağır demir damlalı sağanak yağışın arttığını hissetmemle birlikte edindiğim ikinci şemsiyedir. Bu ikisini ne kadar başarabildiğim konusunda emin olmamakla birlikte, bir şekilde bir ayağımın sanat dairesinde gezinmesinden, varlığımı orada hissetmekten dolayı kendimi daha güvenlikli bir ortamda duyuyorum.

Hayatın katıksız gerçekliği ve varlığı her an unutmaya çalıştığım bir şey değil, ona karşı şemsiye açtıkça lüzumunu ve anlamını daha iyi duyduğum bir mefhum halini alıyor. Zira biliyorum ki “hayat daima sanata üstündür” ve edebiyat da, fotoğraf da ancak bir züğürt tesellisidir. Dolayısıyla, bu alanlarda bir şey üretmek amacında olmaksızın, üretmeyi hedeflemek dahi benim güvenliğimi sağlıyor; yaptıklarımın olmuş ya da ölmüş şeyler olmasından hiçbir rahatsızlık duymaksızın, bu oldurmaya çalışmanın keyfini sürmekle giderek artan bir açlığımı ben doyuruyorum. Sizlerin burada izlediğiniz fotoğraflarım da benim kendi açlığımı doldurduğum sofralardır, onların eşsiz ya da çok değerli olması gerektiğine de inanmıyorum üstelik zira fotoğrafta hiç kimseye benzememek bir gayedir, lakin bunun da hiçbir şeye benzememek gibi bir tehlikesi vardır. Ben yaşadığım sürece, şimdinin nazarıyla baktığımda edebiyat veya fotoğrafla alakamı kesmemeyi, yaşamımın sağlıklı devamı için zorunlu görüyorum, şemsiyeyi elden bırakırsam yağmur çökecek çünkü üstüme. Ve bu yağmur, ıslatan bir cinsin değil, yakan, kavuran, öldüren bir cinsin mahsulüdür. Ben bir şemsiyeye mahkumum; çünkü hayat saldırır, onun işi bu.

C.S.

Başa dön tuşu