Hayatın mucize “doku”nuşları
Kendini yaratıcılığının sınırsızlığına kaptırmak isteyen insan, ihtiyacı olduğu ilhamı doğadan alabileceğini de bilir. Çünkü doğa insana, kendiliğinden oluşan olağanüstü dokularıyla, eşi benzeri olmayan mucizeler sunar. İnsan da bu mucizelere, yine ondan aldığı ilhama kendi yeteneğini katarak karşılık verir.
İhtiyacımız olan her şeyin doğada var olduğunu bildiğimiz halde hep “daha”sını ararız. Daha fazla yaşamak, daha kaliteli yaşamak ve daha çok şeye sahip olmak için çalışır dururuz. Bu uğurda çoğu zaman aslında parçası olduğumuz doğayı hiçe sayar, bize verdiklerini görmezden geliriz. Oysa ruhumuzu dinlendirmek, içimizdeki yeteneği ortaya çıkarmak, yaşamlarımızı gerçekten daha güzel ve zamanımızı çok daha verimli kılmak için de doğaya ihtiyacımız var. Ve de ondan alacağımız ilhama… Belki de tek yapmamız gereken; onun yok sayamayacağımız büyüleyici güzelliklerine, dünya üzerindeki her şeyin birer mucize olduğuna dair inancımızı destekleyecek hallerine, sanatçı ruhların yaratıcılığını körükleyip ruhları tazeleyişine teslim olmak…
Resim, ebru, heykel, mozaik gibi görsel sanatlar; göz nuru dökülen el emeği işçilikler doğanın verdiği ilhamların en güzel örnekleri olmakla birlikte; insanın hayatın güzellikleriyle yarışması gibi… Doğada kendiliğinden oluşan mucizevî manzaralar, tarih boyunca insanı da bu manzaraları ölümsüz kılmaya teşvik etti. İnsan her zaman gördüğü, şahit olduğu güzellikleri bir kâğıda, kumaşa, tuvale ya da herhangi bir zemine aktarıp hem kendi yeteneğini keşfetti, hem de doğaya, verdikleri için kendince teşekkür etti. Sanatta doku, bir yüzeyin gerçek ya da dokunsal değeri olarak açıklanır. Her şeyin kendine özgü yapısı farklıdır ve sertliği, yumuşaklığı, düzlüğü, girintileriyle bambaşka dokulara sahip olurlar. Dış dokuyu oluşturan bu özellikler ise görsel sanatların rehberidir. Çünkü sanatçının kullandığı malzemeye kattığı ruhu, ortaya çıkan eserin dokusu ile birleşir ve bütün bunlar bir sanat eserinin oluşması için en önemli detaylardır.
O eserin başlıca kaynağı ise doğadır. Aslında yalnızca göze hitap eden değil, ruhu doyuran bestelerin de ilham kaynağı doğada. Sözlerini unutsak da ezgilerini mırıldandığımız, bazen ıslık çalarak eşlik ettiğimiz şarkıların çoğu doğanın eşsiz melodilerinden doğmuş olabilir. Mesela sonbaharın simgesi bir grup yaprağın hışırtıları ya da sert geçecek bir kışın habercisi olan rüzgârın uğultusu… Kim bilir dünyaca ünlü bestekârların, o hiç unutmadığımız ve her yerde duyduğumuz hangi eserlerinin ilham kaynağı oldular. Sonuçta yer çekiminden haberdar oluşumuzu bile dalında duramayan sabırsız bir meyveye borçlu değil miyiz?
Ruhumuz daraldığında, dünyalık hırsların, gündelik koşuşturmaların, sonu gelmeyen telaşların arasından sıyrılmak istediğimizde, kendimizi yeşilin dinginliğine teslim etmek ne de güzel olur. Varabildiğimiz kadar maviliklere varıp, uzanmak sere serpe çimenlere… Gökyüzünde gördüğümüz bulutlardan, hayallerimize denk şekiller, anlamlar çıkartıp unutmak istemediğimiz rüyalara dalmak… Ya da bir nehir kenarında durup, akan suyun sesiyle düşüncelerimizi temizlemek, mitolojik bir tanrı edasıyla sudaki yansımamıza dalıp gitmek…
Belki de kendimizi yeniden keşfetmek… Ya da çevremizi… Bize yakın yerlere küçük çapta keşif gezileri yapmak mesela… Daha önce varlığını fark etmediğimiz, adını bile duymadığımız; ya da yalnızca hakkında konuşulduğunu duyup da bir türlü gidemediğimiz küçük bir köy… Sıcaktan kavrulmuş toprağında inatla yeşeren bir hayat… Her adımınızda size tarihten gün ışığına çıkmamış detaylar veren taş, toprak yollar… Yılların yükünü omzunda taşıyan eski bir ev… Evin, içinde nice anılara sahip çıkan duvarları… Zamana yenik düşmüş, rengi solmuş, paslı kapısı… Onca yaşanmışlık barındıran, her köşesinden başka bir gizem fısıldayan ne dokular vardır kim bilir yanı başımızda? Onları fark edip doğaya sahip çıksak…
Doğanın bizimle paylaştıklarına sahip çıkıp, her anın tadına varmak gerek. Belki de her şeyden önce etrafımıza gerçekten bakıp, tam anlamıyla dokulara dokunmak tek ihtiyacımız olan. Bakmak, görmek ve hissetmek…