Hazanın hüznü

Mevsimlerden hazan ve yansıması yüzlerde hüzün şimdi, gözler hep uzaklara meyilli; bakılan yerlerde yarım kalan bir şeyler var belli. Geride kalan dünü sorgulama zamanı gibi, geçmişin en güzel yarım kalmışlıklarını ve cesaret edilemeyen güzelliklerini muhasebe defterinde gözden geçirme zamanı.

Kimi sevinçlerin ağır KDV’lerini ödemek gibi, hak edilen sevinçlere sırt çevirmek. Vazgeçmek elde avuçta ne varsa düne dair, içinden çıkılmaz hesaplara düşme korkusuyla üstüne sünger çekmek. Ve ıslandıkça gözyaşlarıyla üzerine çekilen sünger, kenarından göze ilişen geçmişle yüz göz olmak.

Zamanlı zamansız kapıyı çalan hüzün en çok bu zamana yakışıyor sanki. Yaz akşamlarının şuh kahkahalarına inat ölüm sessizliği ile sarıyor dört bir yanı. Sararan her yaprakta unutulmaya yüz tutan bir anıyı anımsatarak düşüyor içimize. İçimizde ne varsa görmezden geldiğimiz, gözümüze sokarcasına önümüze seriyor hayat, belki de tam olarak verdiklerinden geriye kalanları almak isterken başlıyor oyununa.

Bursa çınarları

Rengi kırmızıya çalan sarmaşıkların üzerine örttüğü kameriyelerde süren sohbetlerle düne dair izler seriliyor sofralara. Günün telaşında sustuklarımızı, gecenin karanlığına haykırıyoruz; sözün özündeki mana ve içimizde yarım kalan senfonilerin yorgunluğuyla. Özlediklerimiz mi çoğalıyor hazanda yoksa hazanın hüznü mü artırıyor? Özlemleri tartmıyor akıl terazimiz. Borçlar ve alacaklar nasıl denk düşmüyorsa birbirine, özlemler ve vuslatlarda bir olmuyor hiçbir zaman. Yalnızlıkların çoğaldığı, varlığın içe dönüp kendini acımasızca yorduğu sonbahar gecelerinde iktidar savaşı veriyor bizi bizden öte bilen içimizin aynasına yansıttığımız yanlarımız.

Kendimizden kaçmak istercesine sokaklara düşen ayaklarımızın bizi taşıdığı şimdiye dek görmediğimiz yerler çıkıyor karşımıza, şehrin böyle bir büyüsü olduğundan habersiz olmanın utancı düşüyor hüzünlü kaçışımızın üzerine. Yüzümüzde kendinden kaçmanın ürkek bakışları ve aslında kendine yabancılaşmanın sancısı ile boynumuzu bükerek bakıyoruz en az kendimiz kadar yabancı olduğumuz kentimize. Gece nasıl da sarmış dört bir yandan ışıldayan sokaklarını susturmak istercesine, nasıl da bize benziyor yırtmaya çalıştığı karanlıkta yorgunluğuna yenik düşeceğinden habersiz. Karanlığa saklanmış bir kadın gibi gerdanında ışıldayan sokakların sahibi bu şehir, kendine benzeyen bizleri gündüz cezalandırmanın mahcubiyeti ile gece ödüllendiriyor. Sessizce fısıldıyor yüreğimize bize bizden çok benzediğini ve hüznümüzün can yoldaşı olduğunu. Şimdi nereye dokunsak gece, nereye koşsak karanlık ve nerede saklansak ay vurur kendimizden bile kaçırdığımız gözlerimize.

Ey bizi bizden iyi bilen şehir, bizi büyütürken içimize döktüğün hüzün harcının özünü gecesinde saklayan sen, kollarınla yollarımızı kendine çevirip, yönümüzü yüreğimizde mıhlarcasına bağlayan o sessiz ve yüreği tutsak eden en masum halinle bile süzdüğün gözlerinde bizi kendine mahkum eden sen; hüznü, hazanı, hayatı yaşatırken özümüzü nasıl kendinle doldurduğunu bir bilsen, dolgun buğday başağı gibi düşerdi başın. Senden öğrendik böylesi anlarda bile gülümsemeyi, harcımızda olsa da gözyaşın.

Başa dön tuşu