İçimizdeki isyankârlar

Sabahları uykuyu alamadan, işe geç kalma korkusuyla, yorgun, mutsuz ve hatta kas ağrılarıyla kalkmanın ne demek olduğunu iyi bilirim. Günümüz çalışma koşullarında ve aslında yaşam ortamında sıkça görülen bu sorunun tıpta da yeri var, belki duymuşsunuzdur; “kronik yorgunluk sendromu.” Ah ne hoş; özellikle (%70 oranında) kadınları etkiliyormuş. En yaygın belirtileri de işte yukarıda sıraladığım belirtiler…

Uzmanlar bu hastalığın Amerika’da çok yaygın bir hastalık olduğunu, ülkemizde ise yeni yeni yaygınlaştığını düşünüyorlar. Fakat ben aynı fikirde değilim, zira kiminle konuşsam aynı şeyleri işitir oldum. Hani bazı şeyler üst üste gelir ya… İş, stres, acı kayıplar ve hormonal değişikliklerimiz işte genellikle bu zamanlarda ortaya çıkıyormuş. Bundan yaklaşık altı ay öncesine kadar ben de aynı sorundan muzdariptim. Radikal bir kararla evden çalışmaya başladıktan sonra bu durumun yavaşça ve kendiliğinden ortadan kalktığını gördüm. Ama üzülmeyin illa ki böyle bir karar vermek zorunda değilsiniz. Zaten bu rahatsızlık uzun süreli değilmiş, yaklaşık beş altı ay sonra her şey normale dönüyormuş. Kim inanır? Ve bununla baş etmenin yolu da iş stresimizi azaltmaktan, sorumlulukları paylaşmaktan, daha sakin olup, kötü alışkanlıkları bırakmaktan geçiyormuş. Aman ne kolay değil mi?

Biliyorum, her gün kalkıp kahvaltı hazırlamak, etrafı toparlamak, kendimizi ve eşimizi işe ve belki çocuğumuzu da okula hazırlamamız gerekiyor. Sonra trafikle baş etmek, daha işyerine varmadan yorulmak… O soğuk plazaların, iş merkezlerinin, binaların penceresiz odalarında belki de metrekareye bir insan düşen bölmelerinde, o sinir bozucu telefonları, eski model bilgisayarlarımızı açmak zorundayız.

Biliyorum, faks – fotokopi çekmek, yemekhanede yemek almak, tuvalet ihtiyacımız için bile kuyruğa girmek zorundayız. Her zaman özenli olmalı, kibarlığımızı elden bırakmamalı, saygılı, uyumlu bir tavır sergilemeli, en sinirli anlarımızda bile çözüm odaklı olmalı, sakın ha pozitif, güleryüzlü maskelerimizi yere düşürmemeliyiz.

Öğle arasında kadınlar yeni gelen kızı çekiştirip, şirket dedikoduları yaparken, erkekler boyunlarındaki zincirlerini gevşetip, futbol geyikleri yapabilirler. Ama mesai saatlerine dönünce beyli hanımlı konuşmaya devam etmeli, ciddiyetimizi bozmamalıyız. Günaydın, iyi akşamlar klişeleri dışında konuşmak, fazla gülmek, ağlamak, dokunmak, şakalaşmak, yakınlaşmak yasak. Verilen işleri zamanında teslim etmek, en mutsuz günümüzde bile o çekilmez toplantıları yapmak zorundayız. 6’yı bir geçe kafamızı izole edip artık evin eksiklerini, ne yemek yapacağımızı düşünmek, çocuğu okuldan almak zorundayız.

Kronik yorgun olmayacağız da ne olacağız sanki? Sonra tabi Pazartesi’den Cuma’ya geri sayım yaparız, Cuma’dan itibaren Pazartesi’yi hatırlatacak her şeyden kaçarız. Tatil için yaşıyoruz itiraf edin, tatil için çalışıyoruz. Bayramları, yıllık izinleri nasıl da iple çekiyoruz. Resmen masamızda duran o ucube reklamlı takvimlere çentik atmak için günlerle yarışıyoruz. Tatillerde de aranmasak, sorulmasak bile çoğu zaman kafamız yeni proje sunumunda, patronun son tavrında, iş arkadaşımızın bize karşı olan tutumunda, hep orada oluyoruz. Bavula çoğu zaman işimizi de koyup gidiyoruz, belki de hiç gidemiyoruz.

Biraz şikâyet edince de “en azından işin var”, “olsun iş iştir”, kalıplarına mazur kalıyoruz.

Lise yıllarında gittiğim bir türkü kafe vardı. Gündüz saatlerinde iki kişinin çıkıp birinin bağlamayla birininse gitarla müzik yaptıkları vasat bir mekândı. Orada o adamlar, anlamını yıllar sonra çözdüğüm fakat ilk dinleyişimden itibaren her duyduğumda içimde isyankâr bir tavır yaratan bir şarkı söylerlerdi. Sanırsınız yıllarca 9-6 yollarında çalışmış memurduk hepimiz. Öyle içli, öyle derinden söylerlerdi ki, her gittiğimde peçeteye yazıp illa ki istek yapardım “9-6 yolları”nı. Eşlik ettiğim o Efkan Şeşen şarkısının anlamını sabah 9 akşam 6 çalıştığım yıllar içinde tecrübeyle öğrendim.

iş ortamı

“Umutlar bir kasada, sıkışmış bir masada / Dokuz altı yollarında oy, bir ömür geçer buralarda” “Dokuz altı yollarında, bir zincir boğazımda / Sıkar sıkar gevşetemem, ağlayamam” diye devam eden şarkıda nasıl da anlatmış bizi Efkan Şeşen. Sonu olmayan çalışma tempomuzun gelecek umutlarımızı nasıl körelttiğini, duygularımızın, yaşamak istediğimiz güzelliklerin erişilmezliğini, sahip olmak istediklerimizin bu sistem içerisinde nasıl imkânsızlaştığını vurgulayarak…

“Ayda yılda bir kaçamak, kaçsak bile yaşamamak / Dokuz altı yollarında gülmek yasak” derken az önce bahsettiğim tatil meselesi konusunda da haksız olmadığıma sevindim. Bunları işten soğuyun diye anlatmıyorum, kalkıp girişimcilik planları yapın diye de değil. Zaten hepimiz biliyoruz ki bu bir çark, dişlileri de biziz. Biz olmazsak dönmez o çark. Nasıl bir çarksa milyonlarca kişiyi hapseden!

Diyeceğim o ki dostlar, başta kendimize olmak üzere milyon tane sorumluluğumuz, yaşamak için zorunluluklarımız var. Bunları karşılamak için ise önce bireysel güce ve işe ihtiyacımız… Hani o hep hayalini kurduğumuz sahil kasabasına gidip, organik tarım yapmaya daha çok zaman varsa yani bu diyardan şimdilik gidemiyorsak, bu deveyi güdeceğiz, başka çaresi yok, o işe kalkıp gideceğiz! Tabi bunu yaparken yıpranma payımızı en aza indirgemek, halet-i ruhiyemizi sağlıklı kılmak ve kronik yorgunluk sendromuna kapılmamak için mümkün olduğunca kendi kendimizin telkincisi, psikologu olmamız gerek. Ve belki de bu düzenin bize güvende olduğumuzu hissettirdiğini, bunu herkesin yaptığını, daha kötü durumda olanları, çarkı kabul eden taraf olup “eh en azından işimiz var” diye düşünmek… Ama siz yine de dokuz altı yollarında yürürken, içinizde şarkı çığıran isyankârı tamamen susturmayın, çünkü o da sizsiniz.

Hemzemin’de buluşmak üzere, sevgiler.

Başa dön tuşu