İki satır aşk

 

Mektup

Her teknolojik gelişme hayatımızı biraz daha kolaylaştırdığı kadar, bizden bir şeyler de alıp götürüyor. Bu, belki geçmişe karşı bir tür haksızlık belki de çağı yakalamak için gerekli olan yenilikçiliğin bir parçası. Bugün, yerini “online” iletişim alsa da zamanında duygulara tercüman olan, günümüze ulaşan örnekleriyle geçmişe ışık tutan, hatta milattan önceki ilk örneği Türkiye’de bulunan mektuplar, bugün yapılan çalışmalarla yeniden hayatımıza girecek gibi görünüyor.

Devlet sırları içeren resmi yazışmalar, asker mektupları, üzeri sevda satırlarıyla süslenmiş kokulu kağıtlar, platonik aşıkların kavrulan yüreklerinin temsilcisi olan bir ucu yanık mektuplar… İçinde bazen özlem, bazen haber, bazen sahibi tarafından yıllarca kimselere söylenmemiş saklı gizli duygular, bazen de umut taşıyan mektuplar… Şimdi şekli değişse, bir camın ardında yapılan ve samimiyetten uzak sanal sohbetler tercih edilse de, yazışarak iletişime geçmenin en romantik ve en güzel yoluydu mektuplaşmak.

Şimdiki gibi günübirlik değil bir ömürlük yaşanırdı aşklar. Hiç kavuşamamak sorun değildi gerçek bir aşık için. Uzaktan sevmeyi tercih eder, bir türlü cesaretini toplayıp çıkamazdı aşık olduğu insanın karşısına aşıklar. Yazmak da kolay değildi ama en azından karşısında konuşurken heyecandan titreyerek utanıp sıkılmayacak, gözlerinin içine bakmaya çekinmesine gerek kalmayacaktı aşkını iki satıra sığdırırsa. Mektubu alan karşılık vermese bile, en azından bilmiş olacaktı nasıl sevildiğini. Nasıl başladı, nerede başladı peki bu aşk mektubu geleneği? İlk kim akıl etti aşık olunan kişinin karşısına geçip söylenemeyenleri bir kağıda yazıp vermeyi?

Mektup

“Güveyi, kalbimin sevgilisi… Senin güzelliğin fazladır, bal gibi tatlı. Beni büyüledin. Senin önünde titreyerek durayım. Güveyi, seni okşayayım. Benim kıymetli okşayışım baldan hoştur. Bağışla bana okşayışlarını. Benim beyim, tanrım; benim beyim, baygınlığım. Enlil’in kalbini memnun eden Su-Sin’im, bağışla bana okşayışlarını.” Böyle yazıyor M.Ö. 2500 tarihli dünyanın ilk aşk mektubunda… Taş levha üzerinde bulunan bu mektup, Mezopotamya’da yaşayan Enlil isminde Sümerli bir rahibe tarafından yazılmış. Sümer Kralı Su-Sin’e olan aşkını itiraf ettiği bu satırlar daha sonra gerçek sevginin, aşkın sembolü kabul edilmiş ve dönemin müzisyenleri tarafından bestelenerek kısa zamanda herkes tarafından bilinir hale gelmiş. Binlerce yıl önce yazılarak belki de mektuplaşma geleneğini başlatan dünyanın bu ilk aşk mektubu, şu anda İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Samimi duygularla yazılmış mektup, evlilikle sonuçlanan ve yıllarca süren platonik bir aşkın simgesi olma özelliği de taşıyor.

Karagöz pulu
Karagöz pulu

Yalnızca aşk için değil, diplomatik, ailevi ya da dostane bağları sıcak tutan mektuplaşmalar da var elbette. Ama mektup ya da Farsça adıyla “nâme” kelimesinin bile kendi içinde melodik bir romantizm barındırıyor oluşu, insanlar arasında sağladığı iletişime; olduğundan daha derin duygular, daha büyük anlamlar katıyor. Yapılan araştırmalarla bulunan Uygur prenslerinden, Türk hükümdarlarından kalma resmi yazışmalar, tarihi aydınlatarak tutarak bugün geçmişle ilgili birçok saklı kalmış bilginin ortaya çıkmasına yardımcı oluyor. Uçarak kurtulan sözlerin kağıda dökülmüş olması, yazıldıktan asırlar sonra bile birilerine ulaşıp, sahip çıktığı kelimeleri kendiyle birlikte geleceğe taşımasını sağlıyor. Dünya tarihini değiştiren ama yaşandığı dönemde bilinmediği için nedeni tam olarak anlaşılamayan olaylar, gizli kalmış aşklar su yüzüne çıkıyor ve gelecek, geçmişten gelen satırlarla aydınlanıyor.

Mektup

Mektup, edebiyat türü olarak değerlendirilmeye 17. yüzyıldan sonra başladı. 1800’lü yıllarda mektup zarfı ve posta pulunun kullanılmaya başlaması, posta hizmetleri için kurulan sisteme ciddi anlamda bir düzen getirdi. Mektuplaşmanın, bugünkü kısa mesajların ya da içeriğinde kullanılan sevimli ifadelerin asla yerini tutamayacağı bir şekilde duyguları aktarabildiği gibi; okuryazar oranının artması, insanların kendini ifade edebilmesi ve birbirleriyle iletişime geçerken özen göstermesi gibi etkileri vardı.

Temelde bir tür “haberleşme” aracıydı ama taşıdığı yoğun duygular ve içeriğindeki süslü ifadeler, ona şiirsel bir anlam da katıyordu. Sadece mektuplara özel maniler, ya da gönderenin yazarken bir tek gönderdiği kişinin anlayacağını bildiği bir üslup kullanıyor olması, mektubun “kişiye özel”liğinin etkisi olsa gerek. Birbirlerine kilometrelerce uzakta olan insanlar arasındaki mesafeleri kısaltışı, samimi duygularla yazılan satırları “gönderen”den “gönderilen”e iletişi, bir cesaret kağıda dökülen büyük aşklara aracılık edişi ve sahibinin mahremiyetine gösterdiği saygıyla kendine verilen emanete sahip çıkışıyla, en resmi yazışmaya bile bir sıcaklık katıyordu mektuplar. Dünya çapında tanınan insanların özel hayatlarında etkin roller oynadı var olduğu sürece. Onlar öldükten sonra ise dünyanın geri kalanına anlattı şahit olduklarını. Nazım Hikmet’in Bursa’dan, uzaklardaki karısının yüreğine dokunabildiği mektubundaki gibi.

Nazım Hikmet Ran

“Bir tanem! Son mektubunda: “Başım sızlıyor, yüreğim sersem!” diyorsun. “Seni asarlarsa seni kaybedersem” diyorsun; “yaşayamam!” Yaşarsın karıcığım, kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda. Yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı, en fazla bir yıl sürer yirminci asırlarda ölüm acısı.” Hasret ve kabullenmişliğin acısıyla dolu bu satırlar, bugün bile gözyaşlarıyla okunurken, büyük “usta”nın hatırası kendinden sonraki nesillere taşınmaya devam ediyor.

İnanması zor ne gerçeklerin ilk şahidi oldu mektuplar. Üzerinde gezinen kalemlere ne gözyaşları eşlik etti daha son satıra gelmeden. Herkesin bambaşka şekilde tanıdığı nice insanlar onun karşısında en saf halleriyle döktüler içlerini ona. Tüm dünya onun hırslarıyla kendini “para”ladığını düşünürken Napolyon’un çektiği aşk acısına şahit olduğu, Josephine için deli gibi çarpan kalbinin sesini duyduğu gibi. Napolyon’un Josephine’ye yazdığı mektup, katı yürekli bir askerin değil; çaresiz bir aşığın, sevdiği kadından umutsuzca sevgi beklediğinin göstergesiydi.

Napolyon Bonaparte
Napolyon Bonaparte

“Bir tek günüm bile geçmedi yüreğimde sevgin olmadan, bir tek gecem bile geçmedi seni kollarımla sarıp sarmalamadığım, beni yaşamımın ruhundan uzaklaştıran zafer ve tutkuya lanet etmeksizin bir tek fincan çay bile yudumlamadım. Orduları komuta ederken, savaş meydanlarını aşarken; benim tapılası Josephine’im, hep kalbimin tahtında oturuyor, düşüncelerimi alıp uzaklara götürüyorsun. Eğer gece yarıları çalışmak için kalkıyorsam bunu, tatlı sevgilim belki birkaç gün önce gelir diye yapıyorum. Ama mektubunda bana “siz” diye hitap ediyorsun. Sensin “siz!” Ah, kötü kız! Nasıl yazabildin böyle bir mektubu? Ne kadar da soğuktu! Siz! Siz! Bu 15 gün nelere gebe? Ruhum üzgün, yüreğim köle, hayal gücüm beni korkutmakta. Beni fazla sevmiyorsun. Ve belki de bir gün gelecek beni hiç sevmeyeceksin. Bunu söyle bana, hiç değilse acıları hak etmiş olurum… ‘Seni eskisi gibi sevmiyorum’ diyeceğin gün, yaşamımın son günü olacak. Hoşçakal!”

Albert Einstein
Albert Einstein

Tarihe geçmiş bir başka örnek, bir dâhinin, aşkı ancak bu kadar kendine yakışır şekilde dökebileceğinin kanıtı olarak çıkıyor karşımıza. Einstein’in çok çalışıp ihmal ettiği karısı eşi Mileva’ya, kendi diliyle aşkını haykırdığı mektubuna olduğu gibi.

“Sevgili pisiciğim, Az önce, Leonard’ın ultraviyole ışıktan katot ışınlarının elde edilmesine dair muhteşem bir makalesini okudum. Bu güzel yazının etkisiyle öyle bir mutlulukla doldum ki, senin de bundan mutlaka payını alman lazım. Moralini bozma sevgilim ve kuruntulara kapılma. Seni bırakmayacağım ve her şeyi mutlu sona vardıracağım. Sadece birazcık sabır.”

Daha gösterilecek bir sürü örnek, okullarda bile okutulan, yazanları öldükten yüzyıllar sonra ortaya çıkmış bir sürü mektup var. Dünyaca ünlü liderlerin ölmeden önceki son cümleleri, yaşarken asla itiraf edemediği bir aşkın sırrını saklayan ve hiç gönderilmemiş olan zarflar; kaderin acımasızca ayırdığı aileler, dostlar… Onlar tarafından ya da onlara yazılan acı ve gözyaşı dolu satırlar zamanın içinde yolculuk ederken, geçmişten kalan duyguları canlı tutmaya devam ediyor. Eskiler saklanıyor ama yenileri yazılmıyor artık. Postacılar sadece faturalarla dolduruyor posta kutularını. Belli kurallara göre yazılan, zarfın içine özenle yerleştirilerek bir an önce gönderilene ulaşması için vakit kaybetmeden postaneye ulaştırılan; gönderilen andan itibaren, mektubu yazarken yaşanan heyecanla cevap beklenen mektuplar… Sayesinde hayatımıza giren “pul” koleksiyonları… Rengarenk zarflar, desenli mektup kağıtları…

Hem mektuplara, hem de mektuplar için yazılacak çok şey var aslında. İletişim aracı olarak kullanılması, insanların haberleşme ağının birdenbire ve çok fazla seçenekle gelişmesine bağlı olarak eskidiyse de; edebi bir tür olarak adı geçmeye, anlatılmaya devam ediyor. Bir tür geçmişe saygı, verdiği emeğe nankörlük etmeme çabası gibi. Küçük görünen adımlarla da olsa, ülkemizde birçok şehirde yılbaşı öncesi postane müdürlükleri tarafından okullara tebrik kartları dağıtılarak, teknoloji hiçe sayılmadan, mektuplaşma tadını almaya yaşı yetmeyen çocuklara, gençlere bu geleneğin onlar tarafından sürdürülebileceği anlatıldı. Gençlerin, çocukların en azından özel günlerde, sadece verilen ödevi yapmış olmak için bile mektup yazmaya teşvik edilmiş olmaları, mektuplaşmanın keyfine varmaları için iyi bir bahane. Ne de olsa iki satır mektubun, bir ömür hatırı var.

Yazı: Ferhan Petek
Başa dön tuşu