Işık Bahçeleri’ne daha çok var mı?

Yazı: Emine Civanoğlu

Amin Maalouf, bizi doğunun en büyülü yerlerinde dolaştırdığı kitaplarından birinde bu defa Mani’nin yani Manicilik dininin kurucusunun peşinde dolaştırıyor. İyi ve kötü arasında ayrılan yollar çıkarıyor karşımıza. Mezopotamya’nın hüzünlü günlerine, Caracalla’nın yıkıcı fırtınasının ortasına, hurma bahçelerine, Babil’in acı çığlıklarının kayaları oyduğu krallar diyarına, çocukça vaatlerin kalpleri doyurduğu Dicle kıyısına götürüyor. Bazen bir kral sofrasında bekliyor bizi birkaç sayfa ötede, bazen bir kanlı pusuda.

Işık ne ki? Yandığını nereden, söndüğünü nereden bileceğiz? Dışarıda değil de içerideyse ışığı nasıl göreceğiz? Gün doğup etrafı aydınlattıkça, her yeri led krallığının çıyan gözü gibi parlak ampulleri sardıkça bir nasıl fark edeceğiz ne zaman karanlıkta olduğumuzu? Her yeri ve her şeyi gün yüzü gibi görüyorken, karanlığın yüzünü nasıl tanıyacağız?

İyilik ve kötülük… Işık ve karanlığın vücut bulup davranma biçimi iyilik ve kötülük. İyiliği arayanla kötülüğü kovalayan arasında ışığa uzaklık hesabı nedir? Amin Maalouf’un Işık Bahçeleri’nde Mani’nin ışığa yani iyiliğe yürüyüşüne eşlik etmenin tadı; Semerkant’tan, Doğu’nun Limanları’ndan, Tanios Kayası’ndan kalan ve aklımızın damağında o çok eskiden tadına bakılmış ve lezzetine hep hasret kalınmış ziyafet sofrası gibi duran bir tat.

Amin Maalouf
Amin Maalouf

Güneş hafifçe kapalı, hava ılık ve baygın, dut ağaçlarının yaprakları tutsak olmuş kanatlar gibi hüzünle sallanmaktaydı. Ömrünün geri kalan saatleri ona aniden değerli göründü. Kararını verdi: Akşama varmadan gidecekti. “Gitmek” diye tekrarlıyordu Mani, “gitmek bir bayram, bin bir biçimde belki de tek bayram. Ufkun ebedi ve ezeli tutsakları olan insanlar, başka bir şey kutlamamış mıdır?” Hurma bahçesinden ayrılırken ne aldatmayı ne kaçmayı denedi. Gururu ve cesareti ve de töreni seçti. Önce arınmak, yirmi yıldır onu sarıp sarmalayan o öteki beyaz tenden kurtulmak, yerde serili cansız kalmış giysisine tepeden bakmak! Sonra renklerle yeniden doğmak. Eski bir tarihçinin naklettiğine göre “Mani bol paçalı, küf sarısı ve armut yeşili bir pantolon giymişti. Omuzlarına gök mavisi bir hırka atmış, gömleği beyaz olmakla birlikte kendisi tarafından o sıkıntılı bekleyiş günlerinde, çeyiz işler gibi çiçeklerle bezenmişti.” Gene de Mani’nin müritleri, bu ayrılış gününü anımsayıp anlatırken Mariam’ı ve Mardinu’yu, Utakim’in sıktığı kundak bezlerini unutacak ve yalnızca doğum günlerinden söz etmeyi yeğleyeceklerdir. Hayır diyeceklerdir, bir kadının karnından bir topluluğun karnına geçiş, bir başka şey, kendi çevresinde yirmi yıl sürecek bir yolculuk gerekliydi. Yeryüzünün sarsılması sabır içinde oluşur.

Hayatı iyilikle ya da kötülükle, ışıkta ya da karanlıkta, açlıkla sınanmış kemirgenler gibi kemiriyoruz. Taşın suya düştüğü yerle ilgileniyoruz sadece, dalgaların kimin hayatında neye değdiği neye mâl olduğu umurumuzda değil. Işığın rehberlik ettiği iyilikten ömrümüzün payına düşen hasadı toplamak yerine karanlığın içinde iğneyle kuyu kazıyoruz. Dualarımızı hep kendimiz için ediyoruz.

Mani’nin şöyle bir duası var kitapta. “Tanrım, bu yiyeceği hazırlamak için toprağı, bitkileri ve diğer yaratıkları gücendirmek gerekti. Ama bunu yapanların, insandaki ışığı beslemekten ve senin sözünü yaşatmaktan başka niyetleri yoktu.”

Çocuklarımızı hayatla ilgili yalanlar söyleyerek, başkalarının kötülüğünden kendi çıkarımıza iyilikler besleyerek büyütüyoruz. İyi olurlarsa, ışığın peşinden giderlerse hayatta kaybolacaklarından, kazançlarını ve varlıklarını yitireceklerinden korkuyoruz. Bu korkularla insanlığın ateşinde közlediğimiz tutumlarımızın, seçimlerimizin gölgesine sığınıp düşle gerçek arası bir tarihi okurken Işık Bahçeleri’nde Amin Maalouf’un kaleminden Mani’nin Işık Çocukları dediği çocuklarla da tanışıyoruz.

İyiliğin en önemli kriterleri olan paylaşmayı ve şükretmeyi türlü gerekçelerle öteleyip duruyor ve her seferinde de kendimizi haklı çıkarak bahaneler buluyoruz. Oysa paylaşmak da şükretmek de insanın hem içini hem etrafını ışığa çıkarak erdemler.

“……Sonra yemeği ev sahibiymiş gibi çevresine dağıtır, kendisi ise azıcık ekmek ve meyve ile yetinirdi. Özellikle karpuzu severdi. Nedenlerini soranlara başka hiçbir yiyeceğin ışığı bu kadar iyi yansıtmadığını söylerdi. “Karpuza bakınız, rengi gözlerinizi, kokusu burnunuzu mest eder. Elinizle kaygan kabuğunu okşarsınız, ayrıca bir şey içmenize gerek yoktur, suyu içindedir. Onu bir tabağa koymanıza gerek yoktur, kendisi tas olup kendisini sunar.  Önce ucundan başlayın, sonra ortasına gelin, her lokma sizi ışık bahçelerine yaklaştıracaktır.”

Mani’nin yolunda gidip iyiliğin nelere kadir olduğunu, kötülüğün nereye kadar olduğunu görmek, bilmek ve anlamak için Işık Bahçeleri’nde dolaşacak vaktiniz ve hakikatle karşılaşacak cesaretiniz var mı?

 

Başa dön tuşu