Kraliçelerin altın seslisi: Müzeyyen Senar
Kraliçelerin altın seslisi: Müzeyyen Senar
Senelerce bir sır gibi saklanan aşkları itiraf ettiren, o güne kadar kimseye edilmeyen şikâyetlerin sahiplerini mücrim gibi titreten, o son ihtimali akıllara getiren, Vardar Ovası’na götüren, Bay Mustafa’nın çağırdığı ormancının kulaklarını çınlatan, Haydar’a “Günah benim kime ne?” diye kafa tutan, hiç kimsenin benzemediği sesiyle, şarkıların söylediği kadın… Makamların kraliçesi, Cumhuriyet’in divası, Bursa’nın Türk müziğine kazandırdığı mücevheri, gönüllerin Müzeyyen Senar’ı…
İnsanın kendine bile söyleyemediği duygularıyla yüzleşmesini sağlayan bir sihir vardı onun sesinde… Öyle içli, öyle hissederek söylerdi ki şarkıların içinde yaşardınız dinlerken… Melodiler arasında çıktığı yolculuğa sizi de götürür, güftelerle ruhunuza dokunurdu. Efkârdan yerle bir ederdi isterse, dalgalanır da durulamazdınız neşesiyle… Yaşınızın, genelde hangi müzik türünü tercih ettiğinizin, kim olduğunuzun önemi yoktu onu dinlerken… İnsanın içini titreten sesinin yanı sıra; sahneye çıkışıyla, seyirciyi selamlayışıyla başka bir alem, bir ömre bedeldi o…
Elmayı eliyle ikiye bölüşü, kadehi başında çevirdikten sonra bir dikişte bitirip, ardına bakmadan fırlatışı… Sadece ona has ve her seferinde farklılık gösteren sahne şovlarıyla bir başkaydı Müzeyyen Senar. 7’den 70’e herkesin hayran olduğu, kelimelerin tarifine yetmediği ve yetemeyeceği, yaşı olmayan müzikal bir mucize… Türk Sanat Müziği’ne yeri doldurulamayacak bir armağan… Kekemelikten ses sanatkârlığına uzanan, birçok hayatı içinde barındıran hikâyesinde yalnızca bir kez aşık oldu; 10 lira ile annesini bulmak için hiç bilmediği bir şehrin yollarına düştü, Atatürk’e şarkı söylerken heyecandan titredi.
Bursa’nın Çekirge semtinde kıraathane işleten cerrah lakaplı Mehmet Bey ile Pınarbaşı’nda yaşayan güzeller güzeli sesli Zehra Hanım’ın 3 çocuğundan biriydi Müzeyyen. Aslında adının “Hikmet” olmasına karar verilmişti ama ona kimlik çıkartmak için şehre giden eniştesi, bu güzel kız çocuğuna “Hikmet” adını yakıştıramamış, nüfus kağıdına “Müzeyyen” yazdırıvermişti.
6 yaşından itibaren annesine mevlitlerde eşlik etmeye başladı. Müzikle öyle içli dışlı olmuştu, müziği o kadar benimsemişti ki kendi deyimiyle sofrada tuzluğu bile nameli istiyordu. 10 yıl süren kekemeliği boyunca da müziğe sığındı. Konuşurken kekeliyor ama şarkı söylerken bülbül kesiliyordu. İşgal yıllarında Yunan askerlerini tedavi ederek çok para kazanan Mehmet Bey’in hovardalıkları bir gün Zehra Hanım’ın canına tak etti; kızını da bırakarak İstanbul’a kız kardeşinin yanına gitti.
Bir süre babaannesiyle yaşayan Müzeyyen 12 yaşına geldiğinde, babasının cebinden 10 lira alıp, sabahın erken bir saatinde çok özlediği annesine kavuşmak için tek başına yola çıktı.
Hiç bilmediği bir şehirde, bilmediği bir adresi ararken şansı yaver gitmiş, indiği Sultanahmet Meydanı’nda rastladığı bir kadın ona yardımcı olarak annesini bulmasını sağlamıştı. Artık İstanbullu olan Müzeyyen, burada okula da başlamış, müzik öğretmeni tarafından yeteneği fark edilince yıl sonu gösterisinde şarkı söylemesi için sahneye çıkartılmıştı. Bu gösteriye gelen annesi, teyzesi, eniştesi ve eniştesinin bir arkadaşı onun “Allah vergisi” sesini fark edince Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde alacağı müzik eğitiminin temelleri atılmış oldu. Burada makamları ve notaları öğrenmesiyle birlikte birçok ünlü bestekâr ile tanışma fırsatı buluyor, her geçen gün cevheri daha çok kişi tarafından keşfediliyordu.
1932 yıllarında ise radyo hayatı başladı. Radyodaki sesinden etkilenen Belvü Gazinosu sahibi Dervişzade İbrahim Bey ona ilk iş teklifini sundu. O zamanların gazino programlarında olduğu gibi bir fasıl içinde değil “tek başına solo yapmak” şartıyla kabul ettiği teklif ile Türk gazino tarihinde bir ilke imza attı. En son çıkmak, assolist olmak gibi bir derdi yoktu, onun tek istediği tek başına şarkı söylemekti.
İlk gazino programı arkasından ilk taş plak geldi. Hayatında bir dönüm noktası olan Saadettin Kaynak ile tanışmasını birlikte çalıştıkları Selahattin Pınar sağlamıştı. Bu tanışmadan sonra Saadettin Kaynak neredeyse bütün bestelerini onun okumasını istiyor, her yeni bestesini ilk defa Müzeyyen ile geçiyordu. 1934 yılında aşk tuttu kolundan altın sesli Müzeyyen’in…
Hocası Dr. Mahir Kürklü’nün bir gün radyoda “Bana bak kara kız, ben seni istiyorum” demesiyle aileler tanıştı, anlaştı; nişanlar takıldı. Nişandan hemen sonra askere giden Mahir Bey Müzeyyen’i unutmuştu bile… Bu durum onu zaten istemeyen Müzeyyen’in işine geldi. Bir yıl sonra Dervişzade İbrahim Bey’in Taksim’deki Av Salonu’nda Münir Nurettin Bey ile birlikte sahneye çıktı. Bir süre aynı sahneyi paylaştıktan sonra bir gün Münir Nurettin’in artık sahneye çıkmayacağını söylemesi üzerine, Müzeyyen daha geniş bir saz heyetiyle, gazinonun tek solisti olarak devam etti.
O dönem hayatında büyük bir değişiklik daha olmuş, İstanbul’a geldiklerinden beri annesiyle birlikte teyzesi ve eniştesinin evinde kaldıkları günler sona ermişti. Artık kazandığının neredeyse tamamını eniştesine vermekten bıkmış olan Müzeyyen, bir gece bu kararını annesine açıklayıp onun da onayını aldı. Ancak teyzesi ve eniştesi bu hareketlerini “nankörlük” olarak algılamış ve aynı gece eşyaları ile birlikte onları kapı dışarı etmişti. Yine de mutluydu Müzeyyen, çünkü artık özgürdü. Öyle hissediyor annesiyle birlikte komşuları Madam Kalyopi’nin verdiği eski püskü eşyalı odayı saray gibi görüyordu.
O yıl, Antalya’da başlayan turne günlerinin Eskişehir durağında, ilk evliliğini yapacağı ve ömür boyu soyadını taşıyacağı adam olan Ali Senar ile tanıştı. Bu sırada yeteneğinin methi saraya ulaşmış, Mustafa Kemal Atatürk bu muhteşem sesi dinlemek için onu ve eşini yanına çağırmıştı. İlk kez 1937 yılında Ata’ya şarkı söylemek için onun huzuruna çıkan Senar ve eşi sabahın ilk ışıklarına kadar süren programlarını daha sonra 4 kez daha yapacaklardı. Bursa Çelik Palas Oteli’nde, Bursa Merinos Fabrikası’nın açılışında, Ege Vapuru’nda ve son kez 1938 yılında, Savarona’da…
Ata’yı son görüşünden sonra aynı yıl Senar’ın esas müzik eğitimini aldığı yer olarak kabul ettiği Ankara’daki radyo günleri başladı. Burada bir yandan müzikal eğitimler alıyor bir yandan sesi ve yaptığı programlar ile dikkat çekiyordu. Daha çok kişiye ulaşma ve sesini daha çok duyurma fırsatı buluyordu. Bu dönemde kıskançlıklarından yorulduğu eşi Ali Bey’den ayrılmış ve film seslendirme çalışmalarına başlamıştı. Müzeyyen Senar’ın ikinci kocası, Feraye’nin babası Ercüment Işıl ile tanıştığı 1940 yılında, üzerindeki emeğinden her fırsatta bahsettiği Hayriye Hanım’ın kızı ve arkadaşı olan Nihal ile araları açıldı. Çünkü Nihal’in beğendiği Ercüment Bey, Müzeyyen Senar’a talip olmuştu.
Bilinen eserlere yaptığı farklı yorumlar “bestecileri şarkıları yaparken ne hissediyorsa ben de söylerken aynı duygular içine giriyorum” diyerek bambaşka bir anlam kazandırdığı melodiler ile artık Müzeyyen Senar ismi tüm ülkede duyulmuş ve ünlü bir sanatçı olma yolunda büyük adımlar atmıştı. Ancak özel hayatında her şey yolunda gitmiyordu. Evlilik hayalleri kurduğu Ercüment Bey ile yaşadığı sorunlar, annesinin hastalığı derken bilincini kaybettiği bir anda kendini evin 3 metre yükseklikte penceresinden aşağı bırakıvermişti. Zaman geçtikçe hem iyileşiyor hem de onu üzen sorunlar birer birer düzeliyordu ama bu durumun acısı daha sonraki yıllarda çıkacak, bel ağrılarından uzun süre kurtulamayacaktı.
“Müjde”
Ardı ardına plaklar okuduğu, teklifler aldığı 1941 yılında yeni açılan Kristal Gazinosu’nun da sahnesini dolduracaktı. Gazino bu büyük haberi gazetelere büyük puntolarla verdiği “müjde” başlıklı bir ilanla duyurmuştu. Müzeyyen Senar’ın afişleri her yere asıldı. Bu dönemde birçok filmin şarkısını da seslendirdi. Sevenleri de artıyor, çevresi hoş sohbet dostlarla genişliyordu. Sahne ayakkabısından içki içen İbrahim Çallı ve neyine eşlik ederek türküler söylediği Neyzen Tevfik de bu dostları arasındaydı.
Maksim Gazinosunda sahne almaya başladığı yıl annesini kaybetti. Bu onun için büyük bir acıydı ama hayat devam etmek zorundaydı. Aynı dönem yeni evlenmişti ve oğlu Ömer’e hamile olmasına rağmen sahneye çıkıyordu. Ülke sınırlarını aşan şöhreti sayesinde yurt dışı turnelerine de başlamış ve 1949 yılında çok yoğun bir çalışma temposuna girmişti. Bir yandan stüdyo çalışmalarına koşuşturuyor bir yandan anneliğini ihmal etmiyordu.
İlişkilerinin sürekli kötüye gittiği kocası Ercüment Işıl’dan ayrıldıktan sonra 1953 yılında “adam gibi adam” dediği en büyük aşkı Suudi Arabistan Sefiri Tevfik Hamza ile evlendi. Aralarına giren politik sebepler yüzünden severek ayrıldılar ve birbirlerini hiç unutmadılar. Öyle ki bu anlaşmalı ve zorunlu ayrılıklarında Tevfik Hamza Bey veda bile edemeden sessizce gitmiş, giderken aşkının sonsuza dek süreceğinin yemini olan bir not bırakmıştı. Notta Müzeyyen Senar’ı ne kadar çok sevdiğini ve ölürken bile dudaklarının onun ismiyle kapanacağını yazmıştı. Birlikte oldukları yıllarda şarkı söylemeye ara veren Müzeyyen Senar, dinleyicilerinin tepkileri ve ısrarları üzerine yeniden gazino programlarına başladı.
Hakkında “o benim taptığım kadındı, bir ekoldü, o olmasaydı Zeki Müren de olmazdı” diyerek hayranlığını belirttiği Sanat Güneşi Zeki Müren ile Bebek Gazinosu’nda sahne aldığı yıllar başladı. Artık yalnızca şarkı söylediği, konserler verdiği albümler doldurduğu günler gelmiş; aşk ve evlilik konusu açılmamak üzere kapanmıştı Müzeyyen Senar için…
Dolu dolu geçen 60’lı yıllardan sonra 70’li ve 80’li yıllarda televizyon konserleri vermeye, TRT’deki musiki programlarına çıkmaya başladı. Artık gençlere fırsat tanımak, yer açmak gerektiğini düşünerek 1983 yılında veda ettiği sahne hayatından sonra Ajda Pekkan, Fatih Erkoç, Feraye, Kubat, Levent Yüksel, Nilüfer, Nükhet Duru, Sezen Aksu, Şebnem Ferah, Tarkan gibi değerli isimler ile düetlerinin bulunduğu “Müzeyyen Senar ile bir ömre bedel” isimli arşiv niteliğinde bir albüm yaptı.
5 Eylül 2006 yılında, Sepetçiler Kasrı’nda son konserini verdi. Birçok ünlü ismin yanı sıra binlerce seyircinin katıldığı konser 2 saat sürdü. Aslında bu son konseri olmayacaktı. 10 Kasım 2006 tarihinde yapılacak olan Atatürk’ü anma gecesi için kendisine yapılan davet kabul etmişti ve son sahnesi bu tarihte olacaktı. Ancak hastalığı bu planı bozdu. 1998 yılında Devlet Sanatçısı unvanını da alan Müzeyyen Senar geçirdiği ani hastalıkla tüm sevenlerini korkutana dek birçok özel gecede sahne aldı, dostlarının ya da hayranlarının ricalarını kırmayarak davetlerini hiç geri çevirmedi.
Artık sahnelerde göremiyor, onu canlı dinleyemiyor olsak da; geçmişten kulaklarımızda kalan sesi, ruhumuza dokunan etkisinin her zaman devam edeceğini biliyoruz. Onu takip ve taklit eden, şarkı söylemeyi de dinlemeyi de ondan öğrenen herkesin iyi bildiği gibi hakkında söylenecek sözün de onu sevmenin ve özlemenin de sınırı yok. Samimi gülüşü, sevgiyle bakan gözleri, açık sözlülüğü ve büyüleyici sesiyle gönüllerdeki tahtının yeri doldurulamaz bir çınardı Müzeyyen Senar.
Umutsuz aşıkların derdini herkesten iyi anladı, şarkılarını seslendirdiği bestekârların duygularını sesinde yaşattı. Söylediği her şarkının “hakkını” verdi. Hissetti ve hissettirdi. Getirdiği yenilikler, yaptığı ilkler, bıraktığı izlerle hep “özel” oldu. Sevecenliği, samimi tavırları, sahnedeki ihtişamıyla, sultanı olduğu gönüllerdeki yeri hiç kimse tarafından doldurulamayacak olan Müzeyyen Senar, Türk müziğinin ölümsüz efsanesi, tek gerçek divasıydı.
Aşk gibi, sevda gibi, eşsiz ve tatlı kadın… Artık aramızda olmasan da hep name kalacak dillerde adın…
Yazı: Ferhan Petek