Menekşe gözlü kraliçe: Elizabeth Taylor

 

Elizabeth Taylor
Elizabeth Taylor

Sinema tarihinin en parlak yıldızıydı. Birçok kişi için “dünyanın en güzel kadını” ve unutulmayan filmlerin vazgeçilmez ismiydi. Menekşe gözleriyle bitmeyen bir mevsimin müjdecisi, baharın habercisi bir kraliçe gibiydi. Dame Elizabeth Rosemond Taylor 79 yıllık hayatına 8 evlilik, onlarca ödül ve 2 hayat sığdırdı.

Lanetli bir güzellikti belki onunki. Aşk ve mücevher dolu ama bir o kadar da acı barındıran bir hayatı oldu. Kimine göre eşi bulunmaz bir yıldız, kimine göre şımarık bir aşk böceğiydi. Oysa ışıltılı yaşamının ardında, şöhret ve servetin asla onaramayacağı, kırık bir kalbi vardı. Verdiği röportajlarda, hayatı boyunca her insanın kendi hayatını yaşaması gerektiğine olan inancının altını çizdi. Defalarca, her insanın dünyaya ancak bir kez gelip tek bir hayat yaşayabileceğini hatırlattı ama kendi hayatının hiçbir anını kendi yaptığı seçimlere göre yaşayamadı. İlk kocası Hilton otellerinin varisiyken, son evliliğini kendinden 20 yaş küçük bir inşaat işçisiyle yaptı. İki kez yaşadığı hayatın ve içindeki insanların her halini gördü. Bugüne dek Elizabeth Taylor hakkında yazılan ve anlatılan her şey, yıllar önce Andy Varhol’un sorduğu sorunun yanıtını aramak için gibiydi: “Her şeyi var: büyü, para, güzellik, zekâ. Peki neden mutlu olamıyor?”

Annex, Elizabeth Taylor (Ash Wednesday)
Annex, Elizabeth Taylor (Ash Wednesday)

1932 yılında Londra’da doğan Elizabeth Taylor ve ailesi, 2. Dünya Savaşı’nın patlak vermek üzere olduğu dönemde, savaş ortamından uzaklaşabilmek için Los Angeles’ta yaşamaya başladı. Yeni hayatlarında geniş bir çevre edinmişlerdi ve herkes Elizabeth’in güzelliğini, yeteneğini övüyor; ailesine değerlendirilmesi için baskı yapıyordu. Eski bir oyuncu olan annesinin hırsı, babasının karşı çıkmalarına ağır bastı ve Elizabeth 9 yaşında, tüm hayatını değiştirecek olan ekran testine girmesi için “Universal Stüdyoları”na götürüldü. Taylor bu testi başarıyla geçince bir sözleşme imzalandı ve Hollywood’daki adıyla “Liz Taylor” ilk sinema filmi olan 1942 yapımı “There’s one born every minute” ile beyazperdeye geri dönüşü olmayan bir adım attı.

Bir yıl sonra rol aldığı “Lassie Come Home” filmi için MGM (Metro Golden Mayer) ile yaptığı anlaşma bu filmde aldığı beğenilerden sonra uzatıldı. 1944 yılında başrolünü Mickey Rooney ile paylaştığı “National Velvet” filmi, 4 milyon dolarlık bir hasılat rekoru kırdı. Küçük Liz’in filmlerden öğrendiği hayat, ona baş döndürücü mucizeler sunmaya devam ediyordu. Film teklifleri yağıyor, her rolüyle dikkat çekip beğeni toplamayı başaran Liz; gün geçtikçe yapımcıların, yönetmenlerin paylaşamadığı isim haline geliyordu. 1949 yılında, artık çocukluk dönemi bitmiş, kariyerinde yükseldiği ve özel hayatının şekillenmeye başladığı bir döneme girmişti. Robert Taylor ile birlikte oynadığı filmde, bir genç kız olarak hayatındaki ilk “romantik” rolü üstlendi.

Yaşıtlarının özendiği hatta kıskandığı bir hayata sahip olan Liz 18 yaşına geldiğinde, bir lise diploması ve milyoner bir sevgilisi vardı. Howard Hoghes ile yaşadığı aşk bir yıl içinde bitti ama bu ayrılık sonrasında Hilton otellerinin varisi Conrad Hilton ile ilk evliliğini yaptı. Bu evlilik aynı zamanda Liz’in, sansasyonlarla dolu bir hayata attığı ilk adımdı. 9 ay süren evliliğinin ardından, iki oğlunun babası oyuncu Michael Wilding ile hayatını birleştirdi. Babasına olan sevgisi ve bağlılığı, eşcinsellere olan saygısının olduğu kadar hayatının uzun bir döneminde olgun erkeklere ilgi duymasının da temelini oluşturuyordu. Ama her sevgisi karşılıksız kalıyor, büyük umutlarla attığı her duygusal adım hüsranla sonuçlanıyordu. Başarılı filmlerde, unutulmaz rollere imza atan Taylor; özel hayatında gerçek aşkı arıyor, hayatı paylaşacağı erkekle yaşayacağı huzurlu yuvanın hayalini kuruyordu.

Dünyanın en güzel kadını ve en çok kazanan oyuncusu olmuştu ama aşk meleği yine Liz’in yüzüne gülmemiş, bu evliliği de ayrılıkla sonuçlanmıştı. Yaşadığı hayal kırıklıkları ve yarım kalmış mutluluklarına karşılık, Taylor’un 50’li yıllar boyunca dur durak bilmeden yaptığı işler, yaşadığı acılara kendini kaptırmasına engel oluyordu. 50’li yılların sonunda, film yapımcısı Micheal Todd ile daha sonra “En mutlu evliliğimdi” diye anacağı evliliği yaptı. Bu aşk evliliğinden Liza adında bir kızları oldu. Her şey yolundaydı ama bu kez de ölüm, Liz’in mutluluğuna gölge düşürdü. Belki Liz, sonsuz aşkının hayatını kaybedeceği o uçak kazasında, sevdiği adamla birlikte ölüme gidecekti. Ama kader buna bir şekilde engel olmuştu ve Liz o gün grip olduğu için uçağa binmekten son anda vazgeçti. Hayatının geri kalanında ise bu olayın bir “ölümden dönmek” mi yoksa aşık olduğu adamla “birlikte ölmekten mahrum kalmak” mı olduğunu düşündü. Gerçekten “şanslı” mıydı yoksa “lanetli” mi?

Elizabeth Taylor
Elizabeth Taylor

Onun için her zaman söylendiği gibi “bir faninin sahip olabileceği her şeye sahip”ti. Ama o bu dünyanın maddi zevklerinden ve tutkularından çok daha fazlasını istiyor; hırslarına yenik düşmüş insanlara benzememek için sahip olduklarıyla, o istemediği halde ona verilenlerle boğuşuyordu. Sinema sektöründeki başarılarının yanı sıra, özel hayatıyla sürekli adından söz ettiriyor olması da; tıpkı bu göz kamaştırıcı dünyaya girişi gibi kendi tercihi dışında gelişen bir durumdu. Kalbindeki boşluğu dolduracak ve ruhuna ihtiyaç duyduğu huzuru verecek bir insanın varlığı konusunda umudunu kesince, bu mutluluğu mücevherlerin parıltısında aramaya karar verdi. Elmaslar, pırlantalar, inciler… Bundan sonra onun yalnızca boynunu, kulaklarını ve ellerini değil tüm hayatını süsleyecekti. “İnsanlar gider ama mücevherler kalır” düşüncesiyle kalbinin daha az kırılacağını ve daha çok eğleneceğine inanmak istedi.

Bir yandan ödüllere aday gösteriliyor bir yandan hakkında yapılan dedikodular ve yazılan haberler bitmek tükenmek bilmiyordu. Şarkıcı Eddie Fisher ile yaptığı dördüncü evliliğiyle yarattığı sansasyon, bu kez yalnızca kendini değil, eşini ve aşk üçgenindeki diğer kadın olan, oyuncu Debbie Reynolds’u da içine almıştı. Liz Taylor, herkese ve her şeye rağmen “yuva yıkan kadın” olduğunu düşünmedi ve eşiyle birlikte oynadığı “Butterfield 8” isimli filmde, o güne dek aday gösterilmekten öteye gidemediği “Oscar”ına kavuştu. O artık tescilli güzelliğinin yanı sıra, tescilli bir “en iyi kadın oyuncu”ydu. Her ne kadar artık aşkı aramaktan vazgeçmiş gibi görünmeye çalışsa da, yine kendini romantik hayallere kendini kaptırmış ve “ömür boyu sürecek bir balayı” olarak tarif ettiği bu evlilik, 5 yıl sonra sona erdiğinde, kalbi kırılan yine Taylor olmuştu.

Bir kez daha ayağa kalkmak ve devam etmek zorunda olduğunu biliyordu ve öyle yaptı. 1963 yılında, dünyanın en yüksek bütçeli filminde yıllarca konuşulacak bir performans sergiledi. Yaklaşık bir milyon dolarlık film “Cleopatra”, Elizabeth Taylor’un hem beşinci evliliğine giden yolu açtı; hem de onu sinema tarihinde yeri doldurulamaz bir efsane haline getirdi. Bu filmde başrolü paylaştığı aktör Richard Burton ile ölümünden sonra bile konuşulmaya devam edecek kadar çalkantılı bir aşk macerasını da paylaştı. Birçok insan ve hatta ülke tarafından Taylor’un “ahlaksız” bulunmasına sebep olan bu birliktelik sakıncalıydı, çünkü başladığında ikisi de başka insanlarla evliydi.

Elizabeth Taylor, Oscar
Elizabeth Taylor, Oscar

Taylor’un ikinci Oscar’ına, 1966 yılında “Who’s afraid of Virginia Wolf” isimli filmiyle kavuştuktan sonra, eleştirmenlerden olumlu yorumlar almayan performanslar sergilemeye ve artık eskisi kadar üstün başarılar elde edemeyen yapımlarda yer almaya başladı. Sinema dışında televizyon projelerinde de ismi geçti. 70’li yıllarda, uzun süre aynı hayatı paylaştığı kadar aynı yapımlarda da birlikte yer alan çift, 1964 ve 1976 yılları arasında iki kez evlenip boşandı. Sonraki evliliğini de Burton ile ikinci boşanmasının gerçekleştiği yıl yaptı.

ABD senatörü John Warner ile 6 yıl evli kaldı. Hayatındaki büyük boşluk hala dolmamış, ruhu ve kalbi hep lanetli bir yalnızlığa mahkum edilmişti. Fiziksel olarak da ömür boyu çekmek zorunda bırakıldığı acılara sahipti. Hırslarıyla onu bir “yıldız” yapmaktan başka gayesi olmayan annesi, Liz’in bu konudaki tek eksiğini tamamlamak adına, onu kısa boyunu uzatmak için onu ameliyat olmaya ikna etmişti. Ameliyat sonrası Liz’in boyu 3 cm uzadı ama yaklaşık 50 ameliyat geçirmesine sebep olacak acılar çekti. Çünkü bu ameliyat, onun iskeletini bozmuştu ve omur problemleri yüzünden sırt kemiği 5 kez kırıldı. Sağlık sorunları bu kadarla kalmadı. Beyin tümörü ameliyatı geçirdi. Bu ameliyat sırasında 5 dakika boyunca tıbben ölü kalan Taylor, gözlerini hayata ikinci kez açarak “yeniden doğuş”un yeryüzündeki en gerçek simgesi oldu. Ne denemekten vazgeçti ne yaşamaktan ne de gerçek aşkı aramaktan.

Onu tanıyan her erkek ona aşıktı ama hiçbiri onu mutlu edemiyordu. 90’lı yılların başında kendini hayır işlerine ve sosyal sorumluluk projelerine adayan Elizabeth Taylor bu çalışmaları nedeniyle hayırseverlik ödülüne layık görüldü. 1993 yılında “AFI Hayat Boyu Başarı Ödülü” aldı. En son oynadığı film olma özelliği taşıyan “The Flintstones” 1996 yapımıydı ve aynı yıl Taylor, aşk konusundaki son şansını kendinden 20 yaş küçük olan bir inşaat işçisiyle paylaştı. Ancak Larry Fortensky ile yaptığı evlilik 5 yıl sürebildi. Birçok kişiye göre Taylor’un en büyük ve en gerçek aşkı, aralarındaki yaş farkına rağmen her fırsatta ona olan sevgisini dile getirmekten çekinmeyen Michael Jackson’du. Aralarındaki isimsiz bağ her ne ise o kadar güçlüydü ki, Taylor hayatındaki en büyük çöküşü Jackson’un ölümüyle yaşadı.

7 erkekle yaptığı 8 evlilik kimine göre onun erkeklere olan zaafıyla açıklanabilirdi. Kimine göre ise bu durum, hayatının sonuna kadar aşkı arayan çaresiz bir kadının çırpınışlarından ibaretti. Bir dönem, hayatında onun dışında gelişen ve artık başa çıkamadığı her şeyden kurtulmak için içkiye ve ilaçlardan medet umdu. Elbette bu anlamsız bir çabaydı ve 51 yaşında, bu bağımlılıklarından kurtulmak için tedavi görmek üzere kliniğe yattı. Yakın arkadaşı, aktör Rock Hudson’ın yakalandığı AIDS hastalığı ile savaşmak için “AIDS Araştırmaları Vakfı”nı kurdu. Elmaslara olan tutkusu, onu ünlü bir mücevher koleksiyoncusu, mücevher sevgisini anlattığı “My Love affair with jevellery” adlı kitabın yazarı ve bir mücevher dükkânına ortak yapmıştı. Bu zaafını, mücevher isimleri verdiği parfümlere yansıtarak tutkusunu ticarete dönüştürdü.

Cleopatra
Cleopatra

Kalbi artık mutsuzluklara, hiçbir anını kendi kararıyla yaşayamadığı hayatındaki sevgisizliğe yenik düşüp ikinci kez ve bir daha geri dönmemek üzere öldüğünde 79 yaşındaydı.(2011) Hayatını anlatan biyografik kitabın yazarı David Heyymann’ın dediği gibi “Kleopatra dışında, yaşamı perdede yansıttığı karakterlerin hepsinden daha olaylı ve dramatik”ti. Güzelliği de, hayatı da, yaşadıkları da, yaşattıkları; kısacası bütün hayatı baştan aşağı mucizeydi. Servetinin, mücevherlerinin ve şöhretinin; fiziksel, duygusal ve ruhsal acılarını bastırmaya yetmeyeceğini biliyordu. Bu yüzden ölüme yaklaştığını hissettiğinde tek bir şey istemişti, mezar taşında yalnızca “yaşadı” yazmasını… Çünkü onun tek derdi gerçekten “yaşamış” olmaktı.

Yazı: Ferhan Petek
Bu da ilginizi çekebilir
Kapalı
Başa dön tuşu