Pazar pazar İstanbul’da
Sağ yanağıma konan bir öpücüğü hayal meyal hatırlıyorum. Uykuya tekrar dalmadan önce o bulanık bilinç sahasında son hatırladığım bir kapı sesi. Sanırım biri beni öpüp gitti bu sabah. Aradan kaç saat geçmiş bilmiyorum; kendiliğimden uyandım. Sıkıcı bir Pazar sabahından insanı kurtaran güneşli bir gün sırıtıyor pencereden. Kendime bir kahve yaptım, pikaba bir Cohen plağını koydum: Famous Blue Raincoat.
Duş alıp hazırlandım. Pencerenin kenarına ilişip yüzen gemileri seyrettim bir süre. Neden sonra, vapura binmek istedi canım? Hatta o an vapura binmek için çıldırasıya bir arzu duydum. Evden hızla çıktım. Kapımın önündeki istasyona gittim ve hazır bir taksi gibi sürekli beni beklediğini düşündüğüm tramvaya atladım: Gün ışığı yan cepheden geliyor. Ellerim buz tutmuş, hava soğuk aslında; ama güneşin orada olduğuna kanıp, ben de sokaklara dökülmüş onca insan gibi, havanın aslında çok da soğuk olmadığına inanıp kandırıyorum kendimi. Sıcak diyorum hava, aslında sıcak.
Tramvaylar, diğer tüm toplu taşıma araçları gibi bana halkın pek savunmasız olduğu yerlermiş gibi gelir. Neden bilmiyorum ama sanki insanlar bir tramvayda giderken, bir belediye otobüsünde veya bir vapurda seyahat ederkenki gibi, sadece kendi içlerine dönerler. Etrafı kolaçan eden bakışlar, aslında sanırım yine kendileri gibi kendi içlerine dönen insanları tespit etme ve kendilerinin bu hallerinde bir gariplik olmadığına inanma çabasıdır. Bilmiyorum, ben zaten çok bilmem ama kendi içine dönme ve savunmasız olma halini bana düşündüren şey şu hülyalı genç kız olabilir (Gerçi bu kız biraz da üzgünmüş.)
Eminönü’nde indim. Altgeçitten çıktıktan sonra gördüğüm ve görmeyi çok sevdiğim manzara şuydu: Aslında bu şehirde, kışın, yerini yaza bıraktığını sokakta satılan şeylerden anlayabilirsiniz. Sözgelimi İstanbul’da kestane yerine mısır satılmaya başlanmışsa, yaz gelmiş demektir. Fotoğraftan anladığımız kadarıyla, bugün sadece güneşli bir kış günüdür. Şehrin, benim de en sevdiğim parçası olan ve Tarihi Yarımada diye adlandırılan bu bölgesine hiç değmemiş, burada hiç gezinmemiş, burada rastgele sokaklara dalıp, yıkılan camiileri, çeşmeleri görmemiş, o karanlık sokaklarda satılan karanlık eşyalara hiç bakmamış olan insanlar, aslında İstanbul diye kendi kurdukları ve aslında gerçek İstanbul’a hiçbir zaman dokunamamış bir coğrafyada yaşıyorlardır. Sözgelimi, belki de bir hafta boyunca biriktirdiği parayla, o sokaklarda yere serilen bezlerin üzerinde kurulan sergilerden üçüncü kalite bir traş makinasını alan varoş gençlerin heyecanı, benim bahsettiğim İstanbul’a dâhildir. O çocuğun, o heyecanını-o kutuyu açarken duyduğu hissi- alırsanız, bu şehir azalır: Biraz daha ilerleyip Yeni Camii’nin üçüncü kapısına geldim. Bu kapının önü aslında herkesin bildiği, önündeki güvercinler sayesinde de çocuklar için ait olduğu camiyi “Güvercinli Cami” yapan meşhur kapıdır.
Bana öyle geliyor ki halk, bir şehrin en samimi sakinidir. Yani, bu şehirde yaşayan insanların çoğu kendi eğlencelerini kendileri yaratır. Mesela, biz gençler bir evde parti düzenler veya bir barda doğum günü eğlencesi tertip ederiz. Ve aslına bakarsak, bunun anlamı, biz kendi eğlencemizi kendimiz yaratırız. Halk ise farklıdır. O, yaşadığı şehrin bizzat kendisi ile eğlenir. Yani, benim düzenlediğim bir ev partisi, onun için çocuğunu bir güneşli pazar günü alıp, Güverci Cami’nin önüne götürmektir. Ve cep telefonlarının yaygınlaşması ile halk içinde de gelişen fotoğraf kültürü, bu anları ölümsüzleştirmeye yaradı. Artık çocuklar güvercin kovalarken, genç babalar onları bir kenardan fotoğraflıyor: Ya da akşama ne pişireceğini düşünen ev hanımları, kocalarını ve çocuklarını: Şehir kendi yemek kültürünü de oluşturmuştur çoktan. Ve çoğu kez, şehri gezmeye çıkan insanlar, sofrada neler bulacağını üç aşağı beş yukarı bilir. Bu ya bir ekmek arası köfte olabilir. Ya da benim yediğim gibi, bir esnaf lokantasının az pilav, az çorba ve az patlıcandan oluşan müthiş lezzetli mönüsüdür. Şimdi diyeceksiniz ki “yahu çocuk sen hani vapura binmek için çıkmıştın evden, ne işin var karada?”
Haklısınız efendim, ben de şimdi bunu hatırlayıp iskeleye doğru yol almaya başlıyorum. Ancak ne mümkün, şehirde o kadar bahsedilecek şey var ki, kısacık bir özet yaparak ulaşacağız vapurumuza. Öncelikle Eminönü çiçek pazarından -ki zamanla burası evcil hayvanların satıldığı yere de dönüşmüştür- geçerken, gördüklerimden bir demet. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmez, adam Funda toprağı satıyor: Benim bildiğim tek Funda, lisede bizim sınıftaki İzmirli kızdı. Ama ne kızdı. El Sürme Lütfen’ler bu kış çok tutuluyor. Şaka şaka, o bir limon ağacı. Fulyalar, kuru ve yeşil soğanlar, biberler ve onların tohumları… Bir gün bu ve benzeri şeylere ihtiyacınız olursa, yolunuz mutlaka buraya düşecek. Bakın hala ilgilenenler var.
Altgeçitten geçerek deniz tarafına çıkmak için ilerledim. İstanbul’un bu bölgesindeki altgeçitler tam bir halk kalabalığıyla doludur. Daha doğrusu halkın kucağı gibidir. Bir anda o kucağa düşebilirsiniz. Sonuçta asgari ücretle geçinen insanlar da ayakkabı giyiyorlar değil mi? Nereden alıyorlar sanıyorsunuz onları? Ya da kapüşonlu polarlar ve eşofman altları gibi son moda kıyafetlerin tamamı burada da birkaç kalite düşüğünden satılıyor: İnsanlar burada hızla yürüyorlar, insanlar burada hızla alıp, aldıklarını plastik torbalara hızla koyuyor ve yollarına devam ediyorlar. Ve insanlar burada hep tetikte bir tehlikeyi bekleyen serçe kuşları gibi, en ufak farklı bir şeyi hızla fark ediyorlar: Cennet, Eminönü-Kadıköy vapurunun olduğu bir yer olsa gerek. Ve altgeçitte biraz daha oyalansaydım, az daha kaçıracaktım cenneti.
Eskiden el ele tutuşanları gördükçe bir tarafım hep acırdı ama artık kendi yalnızlığıma sarılmayı, ondan bir sevgili yaratmayı çoktan öğrendim. Ben onlara bakar gibi yapıp, birazdan ayrılmakta olduğum güvercinli camiyi ve Tarihi Yarımada’yı seyrediyorum: Vapurlar da altgeçitler gibi, halkın vazgeçilmez sokaklarıdır. Elinde tuttuğu gazeteyi okuyanlar, karşısında oturan komşu kadınla dedikodu yapan ev hanımları, güneşli günü fırsat bilip keyfi yerinde turist gruplarına karışır. Ve İstanbul’un varoş bir semtinden çıkıp, sevgilisiyle gezmeye, sevgilisini gezdirmeye çıkan genç âşıklar da oradadır ya da altgeçitten geçerken gördüğü bir oyuncak silahı kendine bin bir türlü numara ve gözyaşlarıyla aldıran küçük erkek çocuklar… Kendisini en iyi, halkın anlayacağını ümit eden darbukacı Çingene çocuklar da eksik olmaz vapurlarda. Zaten halk, kendisinden biraz farklı bir şey(!) gördü mü, hemen dikkat kesilir. Yıllar önce Ahmet Altan’ın kendi gençlik dönemini anlattığı bir yazısında, vapurlardaki çay servisleri ve çaylar için kullandığı harikulade bir ifade vardı: “Islak tepside, ılık çaylar…” Pek hoşuma gider bu. Sizler de bilirsiniz o çaycıları değil mi?
Nihayet Kadıköy’e yanaşıyoruz. Gerçi yanaşsak ne olacak ki? Ben bir yere oturup bir bardak çay içeceğim belki, bir iki satır bir şey okuyup tekrar vapura bineceğim. 15 dakika oturup, iki kez söylememe rağmen çay getirmemiş olan garsona iyi bir fırça kayıp kalktım. Tekrar vapura binmeyi istiyordum. Nereye gitsem? Tekrar Eminönü veya Karaköy, olmadı Beşiktaş. Fark etmez ki. Nasılsa gidecek yerim yok, öyle dolanıyorum. Beşiktaş’a karar verip iskeleye doğru yöneldim. Gitar çalan bir çocuk gördüm, orada bekleşen birkaç delikanlı, dikkatimi çektiler, fotoğrafladım. Biraz daha yürüdükten sonra, üzgün bir genç gördüm. Kendime benzettim biraz herhalde. Hikâyesini merak ettim ama sormadım, bir fotoğrafını çekip yürümeye devam ettim. Yaklaşık on dakika kalkış için bekledim iskelede. Bu sıkıcı dakikaları Beşiktaşlı taraftarlar neşelendirdi. Sanırım bugün maç var (futbolla hiç ilgilenmem ama en azından bu tahmini yapabilirim.) Aslına bakarsanız gençler çok neşeliydi, kızlı erkekli bir grup, durmadan bir sürü şarkı, marş ve tezahürat söyledi hep bir ağızdan. Beşiktaş vapurunun adının Beşiktaş olması ne hoş değil mi? Vapura bindiğim an şu güzel kızla karşılaştım, küçük bir kızın pencereden dışarıyı seyretmesi kadar izlenesi bir şey var mıdır acaba?
Tek fotoğrafçı elbette yalnızca ben değildim. Yeni tasarlanan Şirket-i Hayriye vapurları yüzünden neredeyse aç kalacak olan martılar, bindiğim vapurdan dolayı pek memnun, balkonlarından atılan simitleri havada kapıyorlardı. Ve insanlar bunun tadını çıkarmasını da biliyordu. Karşı yaka görünmeye başladı. Orada öylece durup arada bir bana bakan bir amca vardı, dikkatimi çok çekti, ben de fotoğrafladım. Beşiktaş’ta trafik yoğundu. Ben de Kabataş’a kadar yürümeye karar verdim. Zaten çınar ağaçlarıyla kaplı o yolu yürümeyi hep sevmişimdir. Dolmabahçe sarayının önüne geldiğimde, bir afacan, kulübedeki polisleri güldürmek için bin bir oyun yapıyordu. Yanımdan bir bisikletli öyle bir hızla geçti ki aklım fırlayacaktı. Ben de intikamımı pan yaparak(bir fotoğraf tekniği) aldım. Stadın önü kalabalıklaşmaya başlamıştı. Zabıtaların uzaklaşmasını bekleyen satıcılar duvar diplerini mesken tutmuşlardı.
Sonunda yine yalnız ve güzel evime döndüm. Sağ yanağıma konan öpücüğün sahibini şimdi hatırlıyorum. Yüzümde şapsal bir gülümseme ile kendime kahve yaptım. Salona gelip bir Cohen plağı daha koydum pikaba. Bu sefer: The Stranger Song…
C.S.