Prometheus
3 tanelermiş. Olimpos dağlarından bahsediyorum. 1.’si hepimizin bildiği orta Yunanistan’daki, 2.’si yine Yunanistan’ın Midilli adasındaki ve 3.’sü de bizim şimdi eteklerinde serin serin oturduğumuz Uludağ. Aslında İyonya yani Yunanya, Anadolu topraklarının bir parçası, Ege’nin karşı kıyısı ise Hellad. Ama biz şimdi oraya Yunanistan diyoruz. Olimpos mitolojide baş tanrı Zeus ile beraber diğer 11 tanrının oturduğu dağdı. Zeus’un egemenliğini kabul etmeyen titanlar ona karşı ayaklandılar ama Zeus onları tanrısal zekasıyla alt etmeyi başardı. Fakat bu yenilgiyi kabullenemeyen biri vardı. Titan İapetos’un oğlu Prometheus. Prometheus’un anlamı “önceden düşünen” demekti. Prometheus bir intikam planı yaptı. Zeus ve diğer tanrılara karşı kin besliyordu. Sonradan tanrıları inkar edecek, onları hiçe sayacak, işleyeceği kötülüklerle vahşi hayvanlara taş çıkartacak, dünyanın başına bela olacak bir mahluku, insanı, yaratarak tanrılardan öcünü almayı düşündü. İlk insanı balçıktan yaratırken balçığı su ile değil kendi acısının özü olan gözyaşı ile karıştırdı. Ancak yarattığı insan pek aciz ve cahildi. Çiğ etlerle besleniyor, yapraklarla örtünüyordu.
Yarattığı mahluklara acıyan Prometheus, daha iyi yaşamaları, vahşi hayvanlardan tesirli silahlarla korunmaları, madenleri işlemeleri için onlara ateşi vermeyi düşündü. Lemnos adasına gidip, Hephasistos’un ocağından bir kıvılcım çalıp, ilahi bir armağan olarak ateşi (aklı) insanlara verdi. İnsanlar o günden beri daha iyi yaşamaya başladılar ama zavallılıklarını unutarak gurura kapıldılar. Kendilerini tanrılarla eşit tuttular ve onlara karşı ödevlerini unuttular. Zeus, bu şımarık mahlukların böyle yapacaklarını bildiği için, kutsal ateşten onları mahrum bırakmıştı. Ateşi çalarak insana verdiği ve onu şımarttığı için Zeus, Prometheus’a kızdı ve onu Kafkas dağlarının en yüksek tepesine gönderdi. Zincire vurdurdu. Acısı hiç bitmesin diye bir kartal, her gün yenilenen ciğerini büyük ve güçlü gagasıyla yiyordu. Bu işkence tam bin sene sürecekti fakat otuz yıl sonra Zeus bu günahkara acıdı ve onu affetti. Ateşle tanışan insan zamanla onu kullanmayı ve kontrol etmeyi de öğrendi. Önceleri ondan korktu. Acımasız olduğu durumlarda ölümcül sonuçlar yaratan ateş, yaktığı nesnenin bir kısmını, duman olarak aynı ruh gibi göğe gönderirken, bir kısmını da kül olarak beden gibi toprağa bıraktı. Tıpkı tanrının yaptığı gibi. Bu, ateşi korkulduğu oranda saygın bir düzeye çıkardı. İnsanlar ateşe başka anlamlar da yüklediler. Ateş alevinin fallik bir görünüme sahip olması sebebiyle onun erkek karakterli bir element olduğunu düşündüler hatta bazı toplumlarda erkeklik tohumu ile özleştirildi. Çünkü yine erkek karakterli “hava” ile güçlenirken, dişi cinsiyetli “su” ile karşılaşınca sönüyordu. İnsanın ateşle imtihanı eskiye dayanıyor ve hala devam ediyor. Hele bizim gibi, üstümüzdeki güneşle, altımızdaki şimdilik sönmüş de olsa her an patlayabilecek bir yanardağın, iki ateşi arasında kalanlar için.
Yazı: Abdulkadir Kılınç