Roma’nın koynunda bir tarih uyur, bin aşık büyür
Ateşli oklarla vurdular birbirlerini. Başı göğe erecek kadar yükseğe yaptılar ihtişama tutkulu hislerinin heykellerini. Gafillerini aslanlara yem ettiler. Her şeyleri vardı. Tanrılar onlar için yarattı bu kentle birlikte aşkı da, ihtirasları da. Şarapla yıkadılar yaşamlarını tepeden tırnağa. Bütün kadınlar kendileri için Roma’yı yakacak bir adam beklediler. Gelmesin. Yakmasın.
Roma sadece ‘bir şehir’ değil; efsanelerin uçuştuğu, geceleri çatılarında meleklerin buluştuğu, binlerce çığlık ortasında gladyatörlerin vuruştuğu, aşıkların kalpleri ile bakıştığı, parke taşlı sokak aralarında sevgililerin ihtirasla tutuştuğu, bir türlü gidip göremeyenlerin her daim hakkında aşkla konuştuğu ‘o şehir’dir.
Kralların, sultanların, hükümdarların çağlarını yaşadı o. Neler gördü gizemli hallerin en kalın perdesinden, neler duydu sırlarla dolu fısıltıların en üst perdesinden. Binlerce yıl türlü sebeplerle bir duruldu bir coştu. Yaşadıklarının, gördüklerinin çoğunu insanın hafızasına emanet edip kendisi bile unuttu. Roma; ne Vatikan ne İspanyol Merdivenleri ne Trevi Çeşmesi ne Colosseum. Roma, Venüs’le Mars’ın bu evrendeki aşk şehri; bütün o görkemli yapılar hep sahne, şahit, eşlik eden, ilham veren… Roma; Savaş Tanrısı Mars’ın öfkesini büyüttüğü, Aşk Tanrısı Venüs’ün öfkeyi yensin diye aşkı her an her köşesinde elinden tutup yürüttüğü şehir. Mars gibi savaşarak ayrılmaların, Venüs gibi sevişerek birleşmelerin şehri…
Roma’nın koynunda bir tarih uyur, bin aşık büyür
Roma’nın başka dilden konuşan insanlara bile hayatın anlamı üzerine bildiği, tanıklık ettiği, sebep olduğu, üstesinden geldiği şeyleri anlatma, fark ettirme konusunda tuhaf yetenekleri var. Vatikan’ın ruhani etkisiyle mi, çeşmelerinden akan suyun şifasıyla mı, şarabın büyüsüyle mi bilinmez ama Roma, adama başka hissettiriyor her şeyi. Günün her saati durmadan çalan ve şehirden hep aklınızda kalan ambulans sirenleri, sanki sakin sevmeyi beceremeyenleri ya da aşksızlıktan ölse de sevdiğini bir tülü hecelemeyenleri kurtarmaya gidiyor gibi geliyor insana.
Her gelen önce Vatikan’a koşuyor elbette; elbettesi malum… Vatikan, Hıristiyan Katolik Mezhebinin yönetim merkezi. Papa’nın sözleri yasa. Saint Pietro Kilisesi aklınızın kolay almayacağı türden şaheserlerle dolu. Michelangelo’nun yaptığı kubbe “insan mı yaptı bunu” dedirtecek ve şuurunuzu kaybettirmese de şöyle bir uçurup getirecek cinsten.
Tanrıların tapınağı Panteon. Roma’da geçireceğiniz günler boyunca sadece sokak aralarında gezinip makarna yeseniz, bütün gün şarap içip günübirlik bir kaçamakla Nemi kenarında dağ çileği turtasına güneşi bandırsanız da olur tabii ama Panteon hep aklınızda kalır görmezseniz. Doğada ve evrende var olan tanrısal mükemmeliyet, Panteon’da insan eliyle yaratılmış. Bu tapınak, Tanrıların evrenine atıfta bulunmak için yapılmış ve bütün tanrılara adanmış. Rafaello ve birçok ünlü papanın mezarları da Panteon’da.
Elde harita, “gelmişken illa ki görülecek yerler” listesinden seçkilerle Roma’yı tanıma faslı başlıyor sonra. Tiber Nehri’nin üzerindeki 11 köprünün her birinden üçer kez karşıya geçip geri dönerseniz aşkın âlâsını bulursunuz diye bir şey yok ama yine de bütün köprülerden, en çok da Sant Angelo Köprüsü’nden geçmek lazım. Kimbilir, köprünün hemen başındaki Sant Angelo Kilisesi’nin tepesine çıkınca belki o her taşın altında aradığınız aşkı görmeniz de mümkün. Köprünün sonundan Garibaldi’ye dönmeden ışıklardan karşıya geçip Belli İl Popolo Di Rom heykelinden sola doğru dümdüz ilerleyerek Dante’nin evine varmalı, yaş kaç olursa olsun yolun hep ortasında kalacağınıza ant içmelisiniz.
İspanyol Merdivenleri’nde bir akşamüstü begonvillerin kokusuyla efsunlanan akıl, kalbe karşı hükmünü yitirip seriyor kendini yukarıdan Barcacia Çeşmesi’ne doğru; soluk almanıza sebep ne varsa dünyada hepsine şükrederek bu merdivenlerde soluklanmalısınız. 16. yüzyılda yapılan bu merdivenler, Trinita dei Monti Kilisesi ile Spagna (İspanyol) Meydanı’nı birleştirmek için inşa edilmiş. Tarihi, neden yapıldığı kimin umurunda; mühim olan, merdivenlere oturup günü biraz şarapla bitirmek sevgilinin omzunda.
İspanyol Merdivenleri’nin karşı caddesi Via Condotti’deki tasarım ürünlerle dolu şık ve ünlü dükkanlarda alışveriş yapmak da Roma’ya karşı cömertliğinizi sergileyebilmek için bir yol. Alışverişe giden o yol Roma’da neredeyse her caddeden her sokaktan geçiyor; heyecana kapılmamak, sakin olmak lazım. Roma’yı zaten sakin sakin gezmelisiniz. Sakin sakin yemek yemeli, sakince Tiber Nehri’nin kenarında yürümeli, Cestino Köprüsü’nden sakin sakin geçerken illa ki durup direklerden birine bir kilit asmalısınız aşık olduğunuz kişinin kalbi sonsuza dek sizde kilitli kalsın diye. Roma’nın dondurmasını yemek, hayatın kaymağını yemek gibi; elde dondurma sakin sakin gezmek lazım Roma’yı. Trevi Çeşmesi’nin (Aşk Çeşmesi) suyunu içemeseniz de, o enteresan büyüde içiniz içinize sığmasa da siz sakin kalmalısınız sanki her gün o çeşmenin kenarında aşkınızla aşka methiyeler düzüyormuşsunuz gibi, o kadar alışıkmışsınız gibi. Üç beş avro bozuk paranın sizi Roma’ya yeniden götüreceği var sayılan sihrine değil, çeşmenin sularından yüzünüze sıçrayan su damlalarının iksirine inanmalısınız. Ama gündüz vakti değil gece gitmelisiniz illa ki bu çeşmeye. Işıkların, mitolojik hikayeden bir sahneye dönüştürdüğü çeşmenin üzerindeki efsane, Romalı Askerlerin susuz kaldıkları bir anda güzel bir kadının aniden ortaya çıkıp onlara suyu bulmaları için kazmaları gereken yeri işaret etmesini anlatsa da siz orada kendi efsanenizi yazıp ona inanmalısınız. Roma’nın koynunda bir tarih uyur, bin aşık büyür
La Dolve Vita filminde Slyvia’nın Marcello’nun yüreğinin gücünü tarttığı gibi siz de ömrünce sizin için atsın istediğiniz yüreklerin gücünü tartmalısınız. Piazza Navona (Navona Meydanı)’da aheste tur atmalısınız. Medyanda, dünyanın dört bir yanındaki dört büyük nehri (Tuna, Ganj, Nil, Rio della Plata) temsil eden Dört Nehir Çeşmesi’nin sularından sürmelisiniz yüzünüze. Sizin yüzünüzden aşkla yanan kim varsa aşkı hiç sönmesin diye nihayet bu sulara bir ayet söylemelisiniz içinizden. Akşamları enginar, kabak çiçeği kızartması, Ciro&Ciro’da baştan çıkarıcı ahtapot salatası, midye, karides yemelisiniz. Elbette taa Roma’ya kadar gelmişken şişelerin dibine vurmalısınız. Şarabı kana kana içmek için daha uygun neresi var; öyle çok içmelisiniz ki Roma’nın ev yapımı şaraplarına doymalısınız.
Yedik içtik, gezdik gördük, Roma’ya doyduk deseniz de öyle değil; Roma’nın 15 mil güney doğusunda Castel Gandolfo’ya doğru yola koyulup Alba Gölü kenarındaki bu dağ köyünde Papa’nın yazlık sarayını da görmeli, köyün meydanında şarapların, manzaranın, pencerelerden sarkan envai renkte çiçeğin, başka hiçbir yerde bu kadar güzel kokmayan havanın keyfini çıkarmalısınız.
Sen ne büyülü bir şehirsin Roma. Hesaba katmalısınız ki; giderken başınıza neler geleceğini bilmediğiniz Roma’dan dönerken başa sarıp yeniden yeniden yaşamak, kalmak, daha uzun kalmak, hiç değilse en yakın zamanda yeniden gelmek isteyeceksiniz.
Yazı: Emine Civanoğlu
Fotoğraflar: Özgür Çakır