Rotanızı kaybedin bazen

Yola çıkmadan başlar yolcunun öyküsü. Bir yol haritası zaten yerleşmiştir git geller arasındaki zamana. Benimki aşka düşmekti her çocuğun gülüşünde. Her sokağı evim saymak, her toprağı yurdum bilmekti. Bu yolculuk ile birlikte fiziki dünyamla iç dünyam da büyüdü bir yandan. Güneydoğu Asya’da; çileli ve cesur insanların ülkesi Kamboçya’dan, ejderhaların ülkesi Vietnam’a kadar uzandı hikayem.

Uzun yıllar işgalcilerle, doğal afetlerle ve yoklukla mücadele eden bu bölgede, Kamboçya’nın Phnom Penh şehrinde, başlıyorum seyahatime. Burada soykırımın iç yüzünü ürpererek görüyorsunuz. Yaklaşık 3.5 milyon kişinin katledildiği işkence odalarını ve soykırım müzesini üzüntü ile İzleyenlerin ortak dileği, bir daha böyle bir vahşetin yaşanmaması oluyor.

Kamboçya Kralı’nın sarayı da Phnom Penh’de. Som altınlarla süslenmiş heykellerinin bulunduğu bahçelerdeki yasemin kokularına, tapınakların tütsü kokusu karışıyordu. Farkında olmadan yaşamlarına dahil olmaya başladım. Yoğun sıcak ve neme alıştığımı hissediyordum. Karşılaştığım keşişlerin bir çoğu konuşmaya çok hevesliyken, bazıları hızlı adımlarla uzaklaşıyordu. Öykülerini dinledim, bunca vahşete ve yokluğa dayanan bu çileli ülkenin nasıl dimdik durduğunu anlamaya çalıştım. İnançları çok kuvvetli, sokaktaki yalınayak çocukların bile gülümsemesi içinizi ısıtıyor.

Uçakla Siem Reap şehrine geçmek için sabırsızlanıyordum. Çünkü muhteşem Angkor Wat’a bu kadar yakınlaşmak bile beni heyecanlandırıyordu. 12.yy’da kum taşı kullanılarak inşa edilmiş olan kralın evi, halkın tapınağı olarak da kullanılmış. Angkor Wat, Unesco Dünya Mirasları Listesi’ndeki en önemli yerlerden bir tanesi. Uzaktan kutsal lotus çiçeğinin tomurcuğu şeklindeki kuleleri gördüğümde; artık haritaların, planların bir anlamı kalmadı benim için. Hinduizm’de “Tanrıların Evi” olarak geçen bu kapıdan girerken çoktan rotamı kaybettiğimi anlamıştım. Her taşta her köşede işlenmiş öyküler vardı. Size gülümseyen heykellerden gözlerinizi ayıramıyorsunuz. Kirişlerdeki koruyucu melekler tarafından kuşatılıyorsunuz bu büyüleyici atmosferde. Bir Fransız gezginin notlarının yayınlaması ile dikkat çekmiş olan bu tapınağı, vahşi otlardan ve topraklardan arındırmışlar. Hatta küçük bir restorasyonla orijinal haliyle günümüze kadar ulaşmış. Dünyanın her yerinden gelen gezginlere ev sahipliği yapıyor şimdilerde. Kamboçya’nın ülke bayrağında da tapınağın sembolü var ve bu dünyada tek. Şu anda ülkenin turistik olarak en önemli gelir kaynağı. Tomb Raider filmine sahne olan tapınakta 300 yıllık ağaçların kökleriyle tapınakları koruduğuna şahit oldum. Çok etkileyici bir güce sahipler. Bir kaç güne Angkor Wat’ı sığdırmak çok güç. Ayrılırken; taşlarına, ağaçlarına dokunup veda ediyor ve ruhumun bir parçasını orada bırakıyordum.

Sonra kırmızı toprağın tozuna bulanıp köylere geçtim. Evler ağaç direkler üzerine kurulmuş. Muson yağmurlarından korunmanın çaresini bu şekilde bulmuşlar. Son derece ilkel, maddesellikten uzak bir yaşam sürüyorlar, yol kenarında maymunlar halktan biri gibi izliyor sizi. En çok etkileyen ise çocuklar… Fakirliklerine rağmen o kadar mutlu ve sakinler ki. Zaten yüksek ses, gürültü hiç duymadım. Ahenk içinde yaşıyorlar, Khmer halkı son derece yardımsever ve sıcakkanlı… En önemli kültürel miraslarından biri de  Khmer dansları. Pol Pot rejimindeki soykırımda bu dansçıların 1000 tanesini öldürülmüş. Sağ kalan birkaç kişi dansı canlandırmaya çalışıyor. Dansçılar 6 yaşında eğitim almaya başlıyor ve 18 yaşında eğitimleri bitiyor. Bu dans sıradan bir gösteri değil. İzleyenlere bolluk, bereket ve mutluluk verirmiş. Bir saat süren harika bir gösterinin, sizi bambaşka boyutlara taşıyan bir müziği var. İzlediğim en anlamlı ve hoş gösteriydi diyebilirim. Tapınaklarındaki keşişlerinden, edindiğim dostlarımdan, çocukların parlayan gözlerinden ayrılma zamanı geldiğinde; Kamboçya’nın içime işleyen huzurunu ve yoğun kültürünü hissettim. Sırada ejderhaların ülkesi Vietnam var. 

Küçük insanların büyük dünyalarıyla tanışmak için güneyden kuzeye Vietnam’dayım. Chu Chi tünellerinde nasıl hayatta kaldıklarını dinledim askerlerden. Hayatta kalmak için yıllarca çektikleri sıkıntıları, nasıl mücadele ettiklerini öğrendikçe hayranlık duymaya başladım. 90 milyon nüfuslu bir ülke nasıl bu kadar sakin olabilir diye düşündüm. Kargaşadan uzak bir yaşam tarzına sahipler. Sokaklarda yemek pişiriyor ve satıyorlar, sokakta uyuyorlar. Suç oranı çok az ,güvenlik sorunu yaşamadım. Rahatlıkla  gezebiliyorsunuz. El sanatları ile de geçim kaynağı elde eden Vietnamlıların neredeyse hepsi sanatkar. Gözlemlediğim en önemli özellikleri sabırlı ve inatçı olmaları. Kamboçya halkına göre daha ürkek ve çekingenler. Okuma yazma oranı çok yüksek hızla gelişmeye devam ediyorlar. Bazıları Türkiye’yi tanıyor ve Aziz Nesin hayranı. Güneyde dünyanın pirinç kasesi denilen Mekong Yaylası kıyılarını tekne ile gezip görüntüledikten sonra kuzeye Ha Long Bay Körfezi’ne doğru yol aldım. Pirinç tarlalarının görüntüsüne alabildiğine uzanan lotuslar eşlik ediyordu. Uzun bir yolculuktan sonra bulutların denizin köpüğü ile buluştuğu bir başka Dünya Mirası Listesi üyesi Ha Long Bay Körfezi’ndeyim. Yaklaşık 3000 irili ufaklı adadan oluşan mucize bir güzellik bu körfez. Birçok film setine ev sahipliği yapan zümrüt yeşili sulara doğru tekne ile konaklamak üzere hareket ediyorum.

Efsaneye göre; yıllar önce işgalci güçler Vietnam’a denizden saldırdığında, tanrıya yalvarıp yardım istemişler ve gökyüzünden alevler saçan bir ejderha inmiş. Ağzından çıkan alevler bu kayaları oluşturmuş, işgalciler yollarını kaybedip çıkamamışlar ve böylece özgürlüğünü kazanmış Vietnam… Sonra ejderha cennete geri dönmemiş, dünyadaki savaşlar bitene kadar bu halkı korumak için suların altına inip uyumuş. Hanoi’ de izlediğim geleneksel su kuklasını bu efsaneyi dinlediğim an daha iyi anladım. O meşhur sevimli tiyatro Vietnam halkının belgeseliymiş. Ejderhanın da neden güç ve sembol kabul edildiği de açıklanmış oldu. Çok sayıda mağara ve sarkıt var, küçük kanolarla ulaşma şansına sahipsiniz. Su da çok derin değil. Gün batımı ise çok yavaş ve huzurlu. Kayaların gölgesine vuran kızıllığı izlerken zamanı durdurmak isteyebilirsiniz. Ha Long Bay da hayat o kadar  sessiz ve sakin ki, bir kuş kanadını çırpsa gürültü olacakmış gibi hissettim. Sabahın ilk ışıklarında balıkçıların ağ atışları bile bir o kadar sessiz…

Angkor Wat; oraya ilk giden Batılı seyyah Antonio De Magdelana’nın dediği gibi hiçbir kalemin tasvir edip yazamayacağı güzellikte, dünyanın hiçbir yerine benzemiyor. Ha Long Bay Körfezi ise ejderhanın sağladığı huzur ve sakinlikle bir zümrüt parçası gibi sizi davet ediyor. Ben efsanelerin bir parçası olarak rotamı kaybettim, ne iyi de ettim kaybederek. Batıya dönerken kalbimin telleri hala Doğu için çalmaya devam ediyordu. Siz de rotanızı kaybedin bazen.

Başa dön tuşu