Ruhu ferah bir gönül yolcusu: Mercan Dede
“Baktım göğe masmavi, bastığım yer hâki. Gördüğüm diyar çok, görmediğimse gani gani. Nefes alıp veren bu can da çaresiz kalınca, özlemim büyük, yolum uzun, ben de bir karınca…”
1966’da Bursa’da başlayan hayat yolculuğu, durmadan artan başarılarla dolu bir serüvene dönüştü Arkın Ilıcalı Allen’in. 1987’de okuduğu Mesnevi’de tanıştı “ney” ile. Üniversite yıllarında, plastik bir su borusundan kendi imkânlarıyla yaptığı neyi ile düştü yollara. “Mercan Dede” oldu. Farklı göründü, fark yarattı; insanları içlerindeki insanlarla tanıştırdı. Sufi müziğinin ilahi geleneğini, çağdaş müzik ile harmanladı; Doğu ile Batı’nın, eski ile yeninin arasında yıkılmaz bir köprü kurdu. Gençleri “ney” ile, onun insana yaratanını ve yaratılanı anlattığı sesi ile tanıştırdı. “Yaradan”a ulaşmak için onun yeryüzündeki aynasını, insanı aradı. Bunu yaparken de yine insanın nefsinden çıktı yola. Kendini müziğin mucizelerine, doğanın özgünlüğüne bıraktı. Tasavvuf kültüründeki en değerli üstatlarla çalıştı, neyin üstatlarından ders aldı. DJ’lik yaptı, ney üfledi, ebru öğretti, film müziklerine, çeşitli projelere imza attı. Kani Karaca, İhsan Özgen, Peter Murphy, Natacha Atlas, Musafir, İlhan Erşahin, Jamaledeen Tacuma, Hugh Marsh, Omar Sosa, Mich Gerber, Fazıl Say, Susheela Raman, Trans Global Underground ve Dhafer Youssef gibi klasik, dünya ve alternatif müziğin en önemli isimleriyle aynı sahneyi paylaştı. Ortak albümlerde yer aldı, birçok albümün yapımcılığını üstlendi. Her zaman; Sufi inancına bağlı yüreğiyle, ruhuyla duyduğu makamların, nefesinin peşinde oldu. Bizi de kattı peşine, bir de baktık ki onunla birlikte ilerliyoruz bu dünyadaki mavi ile haki arasındaki yolumuzda…
“Işığı yayan aynalarız. Kırarak, yıkarak, yakarak karartamazsınız bizi. Tuzla buz olsa dahi bedenlerimiz, kalplerimiz bin bir parça kırılsa da. Işığı saçan binlerce küçük ayna olur ay olur, gün olur Güneş’e koşarız. Bizler varlığı sevgi, şefkat muhabbet ve kardeşlik hamurundan yapılmış ve her gece ölen ve her sabah doğan sonsuz ferah ruhlarız.”
Müziğin büyülü dünyasındaki yolculuğunuz nasıl başladı?
Kubbealtı Cemiyeti’nde Neyzen Ömer Erdoğdu’dan ve hem Tasavvuf müziğinin ve kültürünün o dönemdeki aydınlarından olan hem de yaşayan en büyük bendir üstadı olarak tanınan Nezih Uzel’den ders aldım. Ney üstadı Niyazı Sayın’dan ebru sanatını öğrendim. 1988’de Kanada’da yaşamaya başladım. Burada güzel sanatlar üzerine lisans ve yüksek lisans yaptım. Daha sonra da eğitim aldığım üniversitede öğretim üyeliği yapmaya başladım ancak müzik çalışmalarına ağırlık verince bırakmak durumunda kaldım. DJ’lik yapmaya, elektronik müzik, dans ve meditasyon üzerine üniversitelerde konferanslar vermeye, workshoplar düzenlemeye başladım.
Bursa’dan ne zaman ve nasıl ayrıldınız? Bu şehir ile bağlarınız nedir?
Uzun zaman oldu. Sanıyorum 1984’te. İstanbul Basın Yayın Yüksek Okulu’nda okumaya başlamak üzere ayrıldım Bursa’dan. Tüm akrabalar ve ailem hala oradalar. Bursa ile bağlarım aslında hiçbir zaman kopmadı. Benim için hatıralar ve hayatimin ilk 18 yılının izleri ile dolu bir şehir…
Bursa’da çocukluk, ilk gençlik anılarınız; sevdiğiniz, unutamadığınız kişiler, olaylar, semtler var mı? Bizimle paylaşır mısınız?
O kadar çok hatıra var ki başlı başına bir kitap olabilir. Bunların içinden rastgele birini seçmek hem zor hem de biraz haksızlık gibi geliyor diğer hatıralara. Çocukluğumun 5 ile 12 yasları arası, o zamanlar adı Kükürtlü Oteli olan o çok farklı ve etkileyici otelin bahçesinde, havuzunun yanında, hamamlarının buğulu dünyasında gerçekten kokladığınız kükürt kokusu ile sarmalanmış merdivenlerinde geçti. Sanki Grand Budapest Hotel filminin Türkiye versiyonu gibi bir yerdi. İnanılmaz ilginç karakterler, sezonluk gelen insanlar, kestane ağaçları altında içilen çaylar… Gerçekten büyülü bir dünyaydı. Her anlamda bende çok derin izler bıraktı. Herhalde gülü sevmem dahi buradaki gül bahçesinden olabilir.
“Biraz kenarda durmayı seçtim hep. Biraz kıyıda, hayatın içinde çok fazla yer kaplamamak. Ola ki bir insanın, kendi acısında, hüznünde, keyfindeki bir kalbin ayağına kazara da olsa basmamak için. Bunu başaramadı isek de en azından vazgeçmedik. Meçhul ve yalnız bir ormanda tek başına yürürken bir anda karşımıza çıkan işaretlere selam verdik, gecenin “ay”dınlığı çöktüğünde ateş başındaki dostlarla kalbimizi ısıttık, ellerimizi kavuşturduk. Şu koskoca âlemde vücudumuz kimsesiz, ruhumuz sessiz. Yanı başımızda hakiki dostlar, öylesine hakiki bir tebessümle ağlaştık ki kıskandı kahkahalar…”
İhsan Oktay Anar’ın “Puslu Kıtalar Atlası” kitabındaki hayali karakterleri arasında neden özellikle “Mercan Dede”yi tercih ettiniz?
Tercihten ziyade kaderin buluşması, buluşturması gibi bir şeydi. İlk okuduğum anda kendimden çok şey olduğunu hissettim Havai Mercan Dede karakterinde. Yaşlandığımda böyle hafif meczup, hafif garip ama kendi gönlüne göre isler yapan biri olacağımı sanıyorum daha ilk o zamanlar fark etmeye başlamıştım. Bu vesile ile İhsan Oktay dostla tanışmış olmak hayatımın diğer mutluluklarından biri oldu. Muazzam güzellikte bir ruh.
Sonraki dönemlerde neler yaptınız Mercan Dede olarak?
Birkaç farklı ülkede farklı Sufi gruplarla çalıştıktan sonra 1997’de kurduğumuz “Mercan Dede Ensemble”nin ilk albümü “Sufi Dreams” yayınlandı. Az yayınlanmasına rağmen çok güzel tepkiler alan bu albümü diğerleri takip etti. 2004’te benim “çıraklığa geçiş” albümü olarak tanımladığım “Su” albümü çıktı. 2007’de Mevlana Celaleddin Rumi’nin 800. doğum günü için hazırladığım ve Avrupa Dünya Müziği Listesi’nde birinci seçilen “800” albümü yayınlandı. “800” benim Mevlana’ya hediyemdi ve “Bundan sonra ne yapabilirim ki?” dedim. Hak’tan gelenin hakkını vermek istedim. Asıl eğitim aldığım alanlara yöneldim, sergi açtım. Evliya Çelebi gibi “Seyahat Ya Resulallah” deyip çıktım yola. Dünyayı dolaşıp çeşitli sesler topladım. Dünyanın seslerini, 6 yıl aradan sonra 2013’te çıkardığım akustik “Gün Doğumu” ve elektronik “Gün Batımı” adlı iki “Dünya” albümünde bir araya getirdim. Bu albümdeki “Hidden” isimli parça daha sonra Buddha Bar’ın 16. albümünde de yer aldı.
Bursa’ya gelme fırsatınız oluyorsa ne sıklıkla geliyor, nasıl vakit geçiriyorsunuz?
Maalesef olmuyor, olmasını dilerdim ancak son 10 yılda çok deli gibi bir tur halindeyiz, ayrıca Kanada’da yaşıyor olmam isleri biraz daha zor kılıyor. Bu yüzden Bursa’ya geldiğimizde anne ve babamızla baş başa evde oturup dertleşiyoruz. Tabi olmazsa olmazların başında sevgili dostum Sait’in yanına çay içmeye uğramak her zaman var. Güzel dostlar, güzel ruhlar orada buluşuyor.
Şu anda kimlerle, nerelerde, ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz? Gelecekte, bizimle paylaşabileceğiniz, ne gibi projeler var?
Başka bir Bursalı olan, değerli dost ve muazzam sanatçı Arzu Kaprol ile ortak bir yolda yürüyoruz. Geçen sene birlikte Hollagramic Fashion Show’u gerçekleştirmiştik, bu sene sevgili Şebnem Ferah’ı da aramıza katıp “Hayal Etmeye Cüret Et” teması ile çok değerli sanatçı dostların da desteği ile yeni bir multimedia proje gerçekleştirdik. Şimdi bunu dünyanın değişik yerlerine taşıma sürecindeyiz. Onun dışında Onearth Plak şirketimizin gençlere verdiği desteğin bir parçası olarak her sene seçtiği bir genç sanatçının albümünü hayata geçirme sürecinde bu sene çok sevgili Neyzen kardeşimiz Burak Malçok’un ilk albümü yapıyoruz, mayıs ortasında çıkacak. Projeler sıralamayla bitmez, ancak bunca projenin arasında, kendimize zaman ayırıp, insan olma okulundaki öğrenciliğimizi ihmal etmemek için manevi ev ödevlerimizi yapmaya çalışıyoruz.
Röportaj: Ferhan Petek