Rüzgarın izinde, etekleri taş dolu bir Egeli: Alaçatı
Tarihi, kültürü, mimarisi, denizi, rüzgar sörfü, yöresel lezzetleri, zeytin ağaçları, lavanta tarlaları, koruma altına alınmış sakız ağaçları, yel değirmenleri ve birbirinden “Egeli” insanları ile bir bütünü oluşturan Alaçatı; “Kırsal Rönesans”, “bisiklet dostu Alaçatı”, “lezzetin son durağı” gibi sloganlar eşliğinde artık Türkiye’nin turizm abidelerinden bir tanesi… Alaçatı’nın yolu, bunun ötesinde bir “Provance” ve ya “Tosakana” olmaya gidiyor.
Alaçatı insanının yegane kaygısı; şehrin karmaşasından, gürültüsünden, endişeli ortamlarından sıyrılmak ve dostlarına, anneannelerinin evinin huzurunu, tadını, kokusunu hissettirebilmek… Hikayesi olan insanların yaşadığı bu beldeden kendi hikayeleriyle ayrılmalarını sağlamak… Biraz da tadı damaklarında kalacak Ege Mutfağı’nın eşliğinde “eğlenmelerini” sağlamak.
İzmir’i tüm yurt seviyor desek çok da haksızlık etmeyiz herhalde. Çünkü etrafı cennet bahçeleriyle dolu bir şehirdir İzmir. Son dönemin en popüler tatil noktalarından biri olan Alaçatı’yı sevmemek ise elde değil denebilir kolayca. En az komşusu Urla kadar doğanın içerisinde, bağlı olduğu Çeşme kadar hareketli, İzmir’in insanı tebessüm ettiren içtenliği kadar sıcak bir yer Alaçatı. İzmir – Çeşme arasında, Çeşme Yarımadası’nın en dar noktasında, 6 kilometrelik Ilıca ve Alaçatı Limanı arasında, doğusunda Kocadağ ve Batı’ya uzantısı olan bir sırt üzerine kurulu, bol taşlı Alaçatı. Batıda Ege Denizi ve Çeşme, doğuda Uzunkuyu Ormanları ile Urla’ya sırtını dayamış Alaçatı. Deniz seviyesinden 16 metre yukarıda olsa da bitmek bilmeyen rüzgarı sayesinde her daim deniz kıyısında hissettiren sokakların sahibi. Yaz ortasında bile nemi düşük, serin.
Alaçatı güneyindeki Yumru Koyu’nun batısında, genişlikleri 150 metreyi geçmeyen koylar ve deniz yönündeki çıkıntılar oluşturarak koylara ayıran burunlardan oluşuyor. Alaçatı’nın kuzeyinde yer alan ve dünyanın en güzel plajlarından birine sahip Ilıca, adını termal kaynaklardan alıyor. Denizin ortasında bile 50 santigrat derecelik sıcaklıkta kaynaklar bulunuyor. Alaçatı’nın korunaklı koyları ile meşhur limanı arasında oldukça farklı sıcaklıklara rastlayabiliyorsunuz. Yazın poyrazın, kışın lodosun hakimiyetinde yılda ortalama 330 gün rüzgarlı bir yerden bahsediyoruz. Elbette ki bu özelliği dünya sörfçülerinin dikkatinden kaçmamış olacak ki şu an dünyanın en önemli rüzgar sörfü ve kite sörf merkezlerinden birisi Alaçatı. Genel olarak Akdeniz ikliminde sıcak bir yerleşim noktası olması ve kuzeyden esen rüzgarlara açık olması bu özelliği perçinlemiş durumda. Her yıl Ağustos ayında Dünya Rüzgar Sörfü Şampiyonası ile zirveye ulaşan sörf heyecanı Alaçatı’nın ruhunun en önemli parçası.
Alaçatı’da yaşananları iki grupta toplamak mümkün. Burada bulabilecekleriniz ve bulamayacaklarınız… Mesela kentsel SİT alanı olması sebebiyle geleneksel mimariye uygun olmayan, taş harici çok katlı yeni binalar bulamazsınız. Çünkü kent merkezi içerisinde yeni yapılaşma tamamen yasak. Yaşları 120 ile 150 yılı bulan taş evler diğer bölgelere nazaran iyi korunmuş. Aslında bu koruma bilinçli yapılmamış. 1920’lerde Yunanistan ile yapılan mübadele sonrası çoğunlukla Balkanlar’dan gelen Türk nüfusu kendine kazanç getirecek ürün yetiştirmekte zorlanmış. Bunun neticesinde ortaya çıkan fakirlik yüzünden de eski evleri yıkıp yenilerini yapamamışlar. Son 15 yılda da dışarıdan gelen “yeni Alaçatılılar” korumacı turizm anlayışıyla Alaçatı’nın sadece binalarına değil, kültürüne, sosyal dokusuna ve huzuruna da sahip çıkmışlar. Alaçatı diğer turizm merkezlerindeki şehirleşme ve dolayısıyla oluşan kimlik kaybının sonuçlarını gören ve bundan ders alan, aynı yanlışları yapmayan bir belde…
Yeni açılan mimari bölgeler de Alaçatı mimari kimliğine uygun bir şekilde yapılaşıyor. Döner-ekmek, kokoreç, sucuk gibi yiyecekler seviyorsanız, bu yemekleri bulamayabilirsiniz ama üzülmeyin Alaçatı çok daha fazlasına sahip. Ortalığı yoğun koku ve görüntü kirliliğine bürüyen yiyeceklerin birçoğu yasaklanmış. Alaçatı’da bulamayacaklarınız listesinde plastik sandalyeler, masalar, renk cümbüşü çirkin şemsiyeler de var. Üstelik tatillerin huzurunu “rahatsız” eden yüksek sesli müzik yayınları yapan bar ve diskolar da yok. Endişe etmeyin, Alaçatı gerçekten de daha fazlasına sahip. Alaçatı’nın ana aksı üzerinde kurulu olan kafe-barlar zaten geç saatlere kadar oturabileceğiniz, gelip geçeni izlerken sohbet edip, güzel müzikler dinleyebileceğiniz ve size “barlar sokağındayım” hissiyatını yaşatacak bir nitelikte.
Alaçatı’da bulabilecekleriniz klasik bir tatil beldesinden daha farklı bir görüntü çiziyor. Bir asrı devirmiş taş evlerde konaklamak bu lüksün ilk ve en belirgin özelliği. Hiç tereddüt etmeden söylenebilecek cümle ise Türkiye’nin en nitelikli butik otelleri ve restoranlarına sahip olduğu gerçeği… Konaklama ücretleri ve restoran faturaları Türkiye standartlarının üzerinde seyretse de buna değer olduğunu söylememek haksızlık olmayacaktır.
Alaçatı’yı farklı kılan bir diğer özelliği de klasik müziğin notalarından geçiyor. Arnavut kaldırımlı sokak aralarında, kulağınıza rüzgarla taşınan keman ya da arp sesleri, Alaçatı’nın kimliğini farklı bir ruha taşıyor. Sadece klasik müzik değil sanatın her dalından incelikler taşıyan belde büyük bir sanat galerisi hüviyeti de taşıyor. Tabelalar bile birer sanat eseri. Belediye ve Alaçatı Koruma Derneği tüm tabelaları güzel sanatlar öğrencilerine yaptırmış.
Su sporları merkezleri, turkuvaz mavisi denizi, altın sarısı kumlardan plajları ve içten insanları ile konuklarına tevazu gösteren Alaçatı’nın ekonomisini de elbette ki turizm sırtlıyor. Özellikle yat limanı ve çevresi hızla gelişen beldede; astronomik fiyatlarla alıcı bulan evler, oteller ve tesisler her geçen gün artıyor. Port Alaçatı Türkiye’nin en seçkin bölgelerinden birisi oldu bile. Kuzeyi yazlık, güneyi turizm, batısı ise tarım bölgesi olan Alaçatı, 100’e yakın rüzgar gülü sayesinde Türkiye’de rüzgar gücüyle enerji üretimi yapan ilk yer. Türkiye’nin ilk rüzgar enerjisi santrali de burada bulunuyor. Zaten rüzgar türbinleri ve değirmenleri beldenin simgeleri arasında. Kim bilir hayat dolu enerjisini buradan alıyor, doğadan aldığı ilhamı insanlarına yansıyordur. Taş değirmenler yörenin en eski yapılarından. Merkezin tepe noktalarına konumlandırılmış, yan yana duran dört taş değirmen var. Özgün ve şirin duran bu değirmenler Alaçatı ile ilgili tüm ürünlerin üzerinde motif oluyor.
Alaçatı’daki tüm evler değirmenleri gibi ağırlıkla taştan yapılmış. 150 yılı bulan geçmişleriyle bu evler kısaca “Egeli” diye tarif edilebilir. Mavi ağırlıklı dekorasyonları, cumbaları, kapıları, pencereleri, merdivenleri ve mimari yapıları kendine özgü bir görüntü veriyor. 19.yy ortalarında Hacı Memiş’in çalışmaları ile civardaki bataklık bölge kurtarılarak yerleşime açılmış. Buraya yerleşen Rumlar yörenin imarında önemli rol oynamışlar. Rum mimarisinin etkisindeki evler yöreye özgü kimlikler ve ince bir taş işçiliği zevkini de taşıyor. Daha çok cumbalı ve iki katlı evler. Alt kat duvarları daha kalın yapılmış. Evlerde çimento yerine kullanılan harç, evlerin yazın serin, kışın sıcak olmasını sağlıyor. Evlerdeki bu iklimlendirmeyi Alaçatı taşı sağlıyor. Hafir ve gevşek yapısı izolasyon kabiliyeti yaratıyor. Elbette 40-50 santimetrelik duvar kalınlıkları da bu konuda etki sahibi. Eskiden tütün deposu ve ahır olarak kullanılan alt katlar şimdi çeşit çeşit dükkan, kafe ve restoran barındırıyor. Daha önce yaşam alanı olarak kullanılan üst katlar ise otel odalarına dönüşmüş durumda.
Bu Ege beldesini mimarisi ve turizm ögeleri kadar özel kılan bir başka yanı da farklı mutfakları ve lezzetleri bir arada barındırıyor olması. Alaçatı gurmeler ve farklı tatlar arayışındakiler için bir lezzet cenneti. Yöre otları ve “Ege Denizi” ile renk kazanmış yöresel yemekleri ile dikkat çeken Alaçatı tabir yerindeyse tadı damağınızda kalacak lezzetin ta kendisi. Alaçatı restoranlarında adını belki de sadece Alaçatı’da duyabileceğiniz yerel lezzetler ile dünya mutfağının pek çok örneğini bir arada bulabiliyorsunuz.
Menülerine bakınca; Paçanga böreğinden, pesto soslu levreğe, enfes zeytinyağlı ev yemeklerinden, et soslarıyla sunulan dana pirzola ve bonfilelere, Ege mezeleri, ot salataları, ev makarnaları, kekre (gelincik şerbeti), buğday salatası, Mereng tatlısı, mantolu tavuk, çiğ sardalya, Lonk, ahtapot, midye ızgara, kiremitte köfte, kuru fasulyeye ve fırında beyaz peynir vs. derken çok özel bir harman görüyorsunuz… Özellikle köy kahvaltıları ve kaliteli restoranlarındaki Ege mutfağı örnekleri tadı damağınızdan bir daha hiç gitmeyecek nitelikte… Dünyada sadece bu bölgede yetişen hurma zeytini aklınızda yer etmeye değecek kadar lezzetli. Balkan ve Girit mutfakları, kabak çiçeği dolması, şırası, reçelleri, sakızlı muhallebisi ve kurabiyesi, gözlemesi, ev yapımı limonataları, lorlu kurabiyeler, adaçayı, İzmir kumrusu ve damla sakızlı dondurması size eşlik eden lezzetlerden sadece birkaçı… Gitmeden damlasakızı kokan bu beldede bir de damla sakızlı Türk kahvesi içmeyi de unutmamak gerekiyor. Tabi taze süt ve meyvelerden yapılmış karadutlu ve limonlu dondurmayı da aklınızın bir kenarına not edin. Alaçatı’yı tam anlamıyla yaşamak istiyorum diyorsanız, yazlık kıyafetleriyle turistlerin uğrak mekanı olmuş, rengarenk Cumartesi Pazarı’nı, Antika Pazarı’nı ve el işi ürünlerin satıldığı tezgahları da mutlaka ziyaret edin. Dostlarınızı mutlu edebilecek küçük hediyeler ve çok özel tatlar bulmanız olası…
Alaçatı’nın tarihi ise Arkarik döneme dek uzanıyor. Antik Çağ’da Agrilia ismiyle anılan belde, Batı Anadolu tarihindeki İonya’nın tam merkezinde yer alıyor. Heredot İonia hakkında şöyle yazar: “İonlar kentlerini bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzü altında ve en güzel iklimde kurmuşlardır. Ne daha kuzeydeki bölgeler, ne de daha güneyde kalanlar İonia ile bir tutulabilir, hatta ne doğusu, ne batısı; kimisi soğuk ve ıslak, kimisi sıcak ve kurak olur” Osmanlı tarihinde ise yaya (piyade) ve müsellem (süvari) köyü olarak biliniyor. Adını Alacaat Aşireti’nden almış. 1830’larda bölgede ayanlık yapan ve bugün bir mahalleye ismini vermiş olan Hacı Memiş Ağa’nın çağrısıyla bölgeye gelen Rumlar bağlarda, zeytinliklerde görev almaya başlamışlar. O dönemki ismiyle “Alaca At” Köyü’nde sıtma yaygınlaşınca, bataklığı kurutmak üzere Alaçatı Limanı’na bir kanal(Azmak Deresi) açılmış. İstanbul’a mektup yazılarak, Girit ve Sakız gibi yakın adalardan Rumların getirilmesi sağlanmış. Sonrasında Rumlardan bazıları Alaçatı’ya yerleşmeye karar vermiş ve “icar” yoluyla veya kimsenin işlemeye uğraşmadığı arazilerde çalışmaya başlamışlar ve önemli miktarda ticari canlılık sağlamışlar. Kanal inşasına gelen Rum işçilere imar edip işlemeleri koşuluyla toprak verilmiş. Böylece denizden birkaç kilometre içerideki köy daha da gelişmiş. Balanbaka’daki taş ocağından çıkan beyaz ve kolay işlenebilen taşlar kullanılarak bugünkü Alaçatı’yı oluşturan taş evlerin büyük kısmı vücuda getirilmiş. Alaca At demeye dilleri dönmeyen Rumlar köye “Alatzata” demişler. Zaman içinde devşirilen bu kelime “Alaçatı” oluvermiş… 1812 Balkan Savaşı’nda Balkanlardan kaçan göçmenlerin Alaçatı’ya gelmesiyle Rumlar beldeden ayrılmaya başlamış. 30 Ocak 1923’te Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan mübadele anlaşması ile Türkiye’de yerleşik Ortodoks Rumlar Yunanistan’a gönderilmiş. Nüfus değişimi ile birlikte tütün dikimi, kavun yetiştiriciliği ve hayvancılık yapılır olmuş. Rumlar gitmeden önce; şarap için üzüm bağları, incir, zeytin, badem vs yetiştirmişler ve Alaçatı’yı İtalya ve Fransa’ya kadar ihracat yapan bir beldeye dönüştürmüşler. Gelen mübadiller ise Müslüman ve farklı bir iklimden gelmiş. Tarımla hayvancılıkla uğraşsalar da ancak geçinebilmişler. Ta ki 90’lı yıllar ile birlikte dünya sörfçüleri Alaçatı’yı keşfedene kadar. Şu anda en önemli geçim kaynağı turizm.
Alaçatı’da korumacı turizm hareketinin öncüsü ve yörenin ilk oteli Taş Otel’in sahibesi Zeynep Öziş, “Alaçatı’nın huzuru ve kendi kimliğiyle yaşamasını sağlamak için tanıtım ve gelişimi için sağladığımızdan çok daha fazla enerji harcıyoruz” diyor. Alaçatı’daki ev ve otel sayıları yılda ortalama % 13 artıyor. 2001’de 1 otel varken, 2012’de 300 otel, bu yıl ise ortalama 40 otel daha açılıyor… Alaçatı’nın gelişimini varın siz hesap edin!
Yaz aylarında trafiğe kapanan Alaçatı’nın en eski eserleri; 1952 yılında cami olan Pazaryeri Cami (Ayios Konstantinos Kilisesi – 1874), Hacı Memiş Cami (ibadete açılış tarihi tam olarak belli değil) ve dört taş değirmen… Buğday öğütülen bu değirmenler 60’lı yıllarda inşaa edilmiş ve çoğu yıkılmış… Alaçatılıların ve misafirlerinin denizle buluştuğu başlıca bölgeler ise şöyle; sörf merkezi olan liman mevki, denizin içinde kaynayan sıcak termal suları ile Ilıca, dünyanın en güzel plajlarından biri olan ve Alaçatı’ya 3 kilometre mesafedeki Ilıca Plajı, Boyalık Koyu, Paşa Limanı Plajı, 38 derece sıcaklığında 50’den fazla mineral içeren termal şifne, mavi bayrak ödüllü tertemiz Çark Plajı, beachclub’ları ile ünlü Ayayorgi Koyu, Çiftlikköy’de bulunan kumları ile meşhur Pırlanta Plajı ve Altınkum Plajı, Sakızlıkoy, W Koyu olarak da bilinen Tekke Koyu Plajı, Çeşme’nin Boğazı olarak anılan ve Kocakarı Plajı’nın sahibi Dalyanköy ile turkuvaz mavisi denizi ile Piyade Koyu. Kesin olan şu ki Yarımada boyunca herkes kendi zevkine uygun bir plaj bulabilir. Bu kadar geniş bir yelpazeyi başka bir yerde bulmak hayli zor.
Etrafını zeytinliklerin, bağların, sakız ağaçlarının, dutlukların ve badem ağaçlarının süslediği Alaçatı; Begonvillerle sarılı dar sokakların, Arnavut kaldırımı taşların, kalın taş duvarların, zarafet kokan süslerin, cumbaların, kırmızı alaturka kiremitlerin, kırma çatıların, küçük avluların, tenekelere gömülü fesleğenlerin, sardunyaların, karanfillerin, kayısı çiçeklerinin, bahçelerdeki limon ağaçlarının, Ege’nin, iğde ağaçlarının ve lavanta kokularının arasında renkli bir davetiye gibi. Davete icap etmek ise size kalmış…
Yazı: Engin Çakır Fotoğraflar: Engin Çakır, Salih Mutlu