Sana

_MG_7783.Dilini yalnızca senin bildiğin bir mektup yazmaya çalışıyorum şimdi.

Doğrusu adın derin bir öfkeyle birlikte geliyor aklıma. Karar vermen gerektiğinde, dizlerini karnına çekip, kanepede saatlerce hareketsiz kaldığını hatırladıkça duyduğum anlamsız merhamete, ne demeli, yine de hayatımızı heba ettiğin için hissettiğim kızgınlık duygusu karışıyor. Bana güvendiğin için ne kadar mutlu hissettiysem kendimi, canımı yaktığını gördüğüm zamanlarda da o kadar kanadım. Biliyor musun, benim canımı asıl acıtan, canım yansın diye vurduğun kılıç darbeleri değil de, kılıcını karşımda kaldırmış olmandı.

Biz bir trene beraber binmeye karar verdiğimizde, aslında ikimiz de başka yolların yolcusuyduk. Herkes kendi bildiği yolu adımlarken, dudaklarına hiç de yabancı olmayan yine kendi şarkısını mırıldanıyordu. Sonra bir şey oldu, aniden ve bugün dönüp o günlere baktığımda, nedensiz ve sebep aramaksızın öylece, kendiliğinden olduğunu gördüğüm, bir şey oldu. Durduk birden ikimiz de. Ben sana geldim, yanına yaklaşıp elimle bir treni gösterdim, gülümseyerek “binelim mi” diye sordum, sen de çok içten ve mutlulukla -ki o anı asla unutmayacağım “binelim” dedin. Bindik. Dudaklarımızdaki şarkılara ara verip, ikimizin de bildiği bir başka şarkıyı mırıldanmaya başladık.

Fotoğraf-Celil Sezer

O şarkıya sarıldık, o, bizi hep bir arada tutacak sandık önceleri, halbuki yalnızca beraber olanlar aynı şarkıyı mırıldanabilirmiş; biz o zamanlar bilemedik. Önce uzun bir süre aynı trende seyahat etmenin sarhoşluğu yetti bize; ne rayı görebildik, ne vagonu, ne de bizden bilet isteyenleri. Biletimiz olup olmadığından bile emin değildik üstelik; yanımızdan geçen köyler, dalları göğe uzanan ağaçlar, bir görünüp bir kaybolan küçük göller, kasabalar, otlayan hayvanlar ve gece bastırdığında bize göz kırptığına yemin ettiğimiz yıldızlar yetiyordu gönlümüzün kamaşmasına, başka bir şey aramadık.

Duyduğumuz seslerin, gördüğümüz eşyaların ve konuştuğumuz kişilerin, içimizdeki aynı dünyaya dokunduğunu fark ettiğimizde, kendiliğinden bir dil bile yarattık kendimize. Mesela sen etrafın kalabalık olduğu bir anda, gözlerimi bir anlığına yakalayıp, “bak, bir kiraz düştü” diyordun, ben de anlayışla başımı sallıyor ve “burada da bir kiraz düştü” diye gülümseyerek cevaplıyordum seni. Sen bana, beni sevdiğini söylemenin bir yolunu hep buluyordun, ben de hep anlıyordum seni. Kirazlar o günlerde, düştükçe düşüyordu.

Dilini yalnızca senin bildiğin bir mektup yazmaya çalışıyorum şimdi.

Fotoğraf - Celil Sezer

Doğrusu adın derin bir öfkeyle birlikte geliyor aklıma. Sen, bana kahvaltı hazırlamak için mutfak tezgahının önünde dururken sana baktığımda gördüğüm o harika manzaraya, ne zaman ve tam olarak neden başladığını bilmediğim kararlı bir nefret karışıyor. Aklımdan geçenin nefret, kalbimden geçenin aşk olup olmadığından, nefretin kalbimden, aşkın aklımdan geçiyor olup olmadığından emin olamadığım gibi şüpheye düşüyorum. Ve şimdi adını keskin bir şüpheyle anıyorum. Hatıralarımda sana dair bir mehtap gibi parlayan tüm ışıklar, gönlümün güllerini solduran zalim bir kasırga gibi patlıyor burada.

Kendi içime doğru karışığım şimdi. Biz o trende giderken sahi ne oldu orada? Dört yanımızla içimizin her tarafını dolduran ışık ne ara sönmeye karar verdi? Tam olarak ne zaman, biz aynı şarkıyı eş zamanlı mırıldanırken, ben bir nota geriye düştüm de; ve sen hangi sıra iki nota öne savruldun? Ritmimizi kaybetmemiz bizden mi kaynaklıydı sence, rayların bozukluğundan savrulan trenden mi? Her geçtiğimiz kasabanın bizi kurduğumuz hayaldeki geleceğe doğru biraz daha yaklaştırdığını düşünürken, başladığımız noktanın da gerisine düştüğümüzü biz tam olarak ne zaman fark ettik?

Bazen olmuyor, değil mi? Bize göz kırptığını sandığımız yıldızlar bile el ele tutuşup gündüze aktı da, biz bir trenin aynı vagonu içinde tutamadık ellerimizi. Biz oturduğumuz yerden dünyanın bütün kirazlarını düşürdüğümüze inanırken, “bıçkı yemiş dal gibi” ayrı düştüğümüzü göremedik. Ve tüm bunlar için oturup anlamaya da çalışmadık olanları. Ya birbirimize karşı bizim bile göremediğimiz bir öfke karışmış zaten yüzüyordu kanımızda, ya da biz ahmaklığımızdan boğulup gittik yanımızdan geçen göllerden birinin kıyısında.

Fotoğraf-Celil Sezer

Aradan zaman geçti, tren dur durak bilmeden devam ederken, biz atlayıp ayrılmanın da, oturup sil baştan başlamanın da imkansız olduğunu fark ettiğimizde, çaresizlik içinde garip bir telaşa düştük. Korku aklın ve sağduyunun katiliydi, biz aklımızı pek erken gömdük. Geride bize kalan tüm endişeler, tedirginlikler ve aldanışlarla, korkunun bize sunduğu tüm baygın kokuları içimize çektik; dahası elimize yüzümüze de bu kokudan sürüp, birbirimize bonkörce dokunduk. Bizi gönüllerimizin cennetine götürdüğünü düşündüğümüz trenin, bir anda lunaparklardaki korku tünellerine girdiğini sandık. Kendimizi kızgın başlı canavarlar, tüyleri ürperten sesler ve su içinde kalmış keskin virajlarla dolu o tünelde hissettikçe, birbirimizi de düşman gibi görmeye başladık. Işığın ya da işte karanlığın oyununa geldik. Çok bakarsak biter sandığımız yüzlerimizi görmemek için yüzümüzü çevirdik birbirimizden. Oldu ya, o tünelde bile bir anlığına neşeyle attığımız kahkahalar, karanlık duvarlardan iğrenç aksi-sadalar olarak geri döndü kulaklarımıza. Biz birbirimizden korkmaya başladık.

Şimdi, o trenden ineli çok zaman geçtiğinden olsa gerek, böylesine sakin ve akli-selim yaptığım tüm tahlilleri o günlerde yapmak, o sıra bana da, sana göründüğü gibi gece yarısı odamıza girmiş gulyabanilerle dost olmak kadar uzak görünüyordu. Ve ama yine de, tüm bu sükunetime rağmen, aklımı ve gönlümü iki elimin arasına alıp bir an seslerini dinlesem, karisi sen olan hınç dolu bir şiir duyuyorum. O tünele biz bilmeden girdik derken, sesini daha az işittiğim bir “ama önce o korkup yüz çevirdi senden” diyen bir başka ses duyuyorum. Tren hızlanmıştı, atlayamazdık, oturup düşünemezdik de diyen kendime rağmen, bir başka ben, bu hale gelmemiz şu vakitte yaptığı şundandı diye fısıldıyor kulağıma. Ve bunlardan hangisini aklımın, hangisini kalbimin söylediğinden emin bile değilim üstelik.

İçinde çırpınıp duruyorum bir şelalenin. Yüzüm gözüm su içinde kalıyor, çaresizliğimden nefret ediyorum; nefessiz kaldığımda gökyüzünden bir ışık kırılıp geliyor suyun yüzeyine, ışığı görüyorum, tamam diyorum, birazdan nefes alıp çıkacağım buradan, ümide düşerken tam, bir şey beni aşağıya çekiyor. Ben kendimden sıyrılamıyorum; tenim bana dar geliyor, bir fermuarı olmalı bu bedenin diyorum, bir çıkış yolu bulmalıyım.

Bir vakit sonra, şelalenin kenarında ıslak bir kahverengi kayanın üstünde, dizlerimi kendime çekip hızlı hızlı soluk alırken buluyorum kendimi. Tamam diyorum, her şey olması gerektiği gibi oldu, suçlu yoktu, o tren nedensizce hızlandı, yıldızlar zaten gündüze akar ve kaybolurdu, kirazlar düşmezdi ki yere, dallar hep kirazla dolu olurdu. Kendimi, aklımın aydınlığında yıkıyorum sonra. Daha iyi bir adam olarak sokağa çıkıyorum. Bir gece önce böylesine kıvrandığımı kimse görmüyor. Kimse bilmiyor duyduğum sesleri, gördüğüm korkuları bilmiyor; ve tabi ki senden başka. Uğradığım felakete sen de uğradığından, benim hangi felakete uğradığımı tabi ki, bir tek sen biliyorsun bu dünyada. Biz seninle birbirine çok uzak iki şehirde, aynı gecelerde aynı şelalenin suyunda boğulup, kenarındaki aynı kayada nefeslenip hayata dönüyoruz.

Şimdi en nihayetinde vardığım yerde, içimi kaderin ışığıyla yıkarken, kendime şöyle fısıldıyorum: Kavganın kazananı yokmuş, kalp kırmamak gerekmiş. Ringe çıkan kaybedermiş; velev ki dövüşmeseymiş, hiç yenmeseymiş de kaybedermiş.

Fotoğraf-Celil Sezer

Dilini yalnızca senin bildiğin bir mektup yazmaya çalışıyorum şimdi. Bir gün içinde defalarca aynı suda boğulup kurtuluşu seni suçlamakta bulsam da, kendime gelip o kayaya her çıktığımda, uzağa doğru bakıp anlayışla gülümseyerek, kendi kendime “burada da bir kiraz düştü” diye cevaplıyorum seni. Ve biliyor musun, tüm bunlardan sonra gülüyorum bu halime. Kirazlar düşmez, yıldızlar da el ele tutuşmaz doğrusu ya, trenler o kadar hızlı da gitmez zaten.

Bakma sen bana, ben içime doğru çaresizim, içime doğru kızgın. O trene bindiğim için kızıyorum kendime, ikimiz de farklı şarkılar mırıldanırken, ne diye sana aynı şarkıyı mırıldanalım dediğim için ve dahi işte ben bir yolculuğa seninle çıktığım için.

Her şeyin ve hiçbir şeyin başında “biz” hiç olamadık. Şimdi ben tüm bu garip yolculuktan sonra, kendimi akordeon çalan bir çingenenin elinde plastik bardak, dinleyenlerden para toplayan çocuğu kadar her şeyden habersiz hissettiğimde, ikimiz için de bir gün kirazların yeniden düşeceğine inanıyorum. Bu yalnızca bir daha birbirimiz için olmayacak; bir başka yüzle, o korku tüneline hiç girmeden güvenle yolculuk edeceğiz, ve o gün, bizim bu kısa ve zorlu süren yolculuğumuzun sonundaki acı manzaraya inat, kirazların gerçekten de düşebileceğine tekrar inanacağız.

Karışığım ben. Adın bir kirazla birlikte geliyor aklıma. Sen bana o mutfak tezgahının önünde kahvaltı hazırlarken birden yüzünü dönüyorsun ve ben elinde bir kase kirazla buluyorum seni. Bölüşüyoruz onu, iki farklı kase yapıyoruz; ve yolumuza, taa en başta bizim olan kendi şarkılarımızla devam ediyoruz. Elimizde kirazlar, dudağımızda şarkılarımız, bizi trene davet edenleri, ama bu sefer daha dikkatle bakarak, bekliyoruz.

Dilini yalnızca senin bildiğin bir mektup yazmaya çalışıyorum şimdi.

Ve daha fazla yazamayacağım.

Helaldir benden yana ne varsa.

C.S.

Başa dön tuşu