“Şehrin üzerine güneşi batırıp, özgür olduğunu hissedecekti…”
Kimi zaman bir kitapçı dükkanına girer ve önceden belirlediğimiz bir kitabı ararız. Fakat kitaplar, aranıp bulunduklarında, onları sahiplenme biçimimizden rahatsız olmuşlar gibi nazlanırlar. Onları anlayamadan, kendimizi veremeden okuruz. Çoğu zaman yarım bırakırız. Çünkü beklediğimiz gibi çıkmamışlardır. En iyisi kitabın sizi bulmasıdır. Sizi bulan kitap iyi kitaptır. Önce o size sokulmuştur. Bu yüzden yüzünde bir tatlılık vardır. Beklediğiniz gibi çıkmayabilir; rafa kaldırırsınız. Fakat içten içe sevmeye devam edersiniz. İnsanlar gibidir, denebilir.
Genç adam, gittiği bir resim atölyesindeki kitaplıkta, işte böyle bir kitaba rastlamıştı. Kitabın adı, Özgürlük Korkusu idi. Yazarı, daha önceden kitaplarını gördüğü Erich Fromm’du. Bazen kitapları, bize yepyeni şeyler söyledikleri için değil, bizim düşündüğümüz fakat dillendiremediğimiz şeyleri söyledikleri için okuruz. Okudukça heyecana kapılırız. İşte! Nasıl da kendi durumumuzu özetlemektedir bu yazılmış olanlar! Hemen gidip okuduklarımızı birilerine aktarmalıdır! Bu büyük uyanıştan sonra, diğer uyuyanları da tatlılıkla uyandırmalıdır!
Genç adam, kitabı okudukça bu duygulara kapıldığını hissediyordu. Yazar, özgürlüğün korktuğumuz bir şey olduğunu söylüyordu. Bu yüzden ipleri hep başkalarına veriyorduk. Çünkü güven duygusundan yoksunduk. Kendimizi tehlike altında hissediyorduk. Bu, Protestanlığın doğuşuyla başlamıştı yazara göre. Martin Luther, kilisenin baskısından insanları kurtarırken, onları özgür bırakmıştı. Şimdi insan tek başınaydı. İnanç yoluyla bu defa “kendi kendine” yolunu bulmak zorundaydı. Acaba, genç adamın zaman zaman düştüğü çaresizlikleri, kendi hayatında böyle kaderci bir tutum gösterdiği için mi ortaya çıkıyordu? Her şeyin ayağına mı gelmesini beklemişti bunca yıl? O da, yazarın bahsettiği gibi hür iradesini yok saymış, olayları hep akışına mı bırakmıştı?
Düşünüyordu da, belki bazı şeyleri zamana bırakabilmemiz, hayatla, kaderle işbirliği yapmamız daha doğruydu. Genç adam, bunu düşünürken Setbaşı köprüsünde yürüyor ve sanki yalnızca aşağıda akan küçük dereyi değil, iki düşünce arasındaki derin boşluğu da geçiyordu. Bu düşüncelerle Heykel’e doğru yürümeye devam etti. Batmakta olan güneş son kez Atatürk Caddesi’ni aydınlatıyordu. Ulucami, minareleri, çevresinde yürüyenler ve oturanlar, herkes ve her şey daha canlı bir şekilde görülebiliyordu şimdi. Bir süre durup seyretti genç adam. Bu şehri seviyordu. Buradayken kendini rahat ve özgür hissediyordu… Hangi sokakların günün her saati dost, hangi caddelerin insan sıcaklığı taşıdığını bilirdi çünkü. Çok iyi bir arkadaşınızın yanında nasıl teklifsiz davranırsanız, genç adam da bu şehirde öyle yürürdü.
Altıparmak Caddesi’nin sonuna kadar gelmişti artık. Sonunda ani bir kararla stadyum alanına saptı. Ağaçları ve insanları seyretmek arzusuyla Kültürpark’a attı kendini. En iyisi bu güzel Temmuz gününü, güneşi burada batırarak sonlandırmaktı… Özgürlük denilen şeyin sınırları çok geniş ve belirsizdi belki; herkese göre değişiyordu. Fakat genç adam, şu anda hissettiği şeyi ifade etmek için de başka bir kelime bulamıyordu!
Yazı ve Çizimler: Gökay Öngör