Sınırlı bir yaşam
İnsan, yaşamının sınırlı olduğunun bilincinde olan tek canlıydı. Diğer hiçbir canlı varlık, böyle bir bilgiye sahip değildi. Demek ki, insandan kendisine verilen bu süreyi bir şeylerle doldurması isteniyordu. Yoksa böyle bir hatırlatmaya gerek kalır mıydı?
Genç adam, kendisine verilen bu yaşam ile ne yapması gerektiğini tam olarak bilemiyordu. Birçok hayatlar görüyordu etrafında. Hayatlar, telaş içinde, bir duygudan diğerine geçişlerle akıp gidiyordu. Hiçbir duyguda uzun süre kalınamıyordu. Bir rüzgar hızıyla kararlar alınıyor, bir fırtınayla geliyordu pişmanlıklar. Aldığımız kararlar, yalnızca “o an için doğru” oluyordu.
Bir heyecanla insanlar bir araya geliyor, bir çaresizlik içinde yollar ayrılıyordu. Bazı hayatlarsa tek başına harcanıyordu. Tam olarak kendini ifade edememiş benlikler, kimse onları tam olarak tanıyamadan yok oluyorlardı. Geride ne bıraktıklarını yalnızca Tanrı biliyordu.
Birçok insan, gençlere tavsiyede bulunuyordu. Kendi acı deneyimlerini gençler de yaşamasın istiyorlardı. Yalnız, kimse yaşamın tek bir yolunu-yöntemini söyleyemiyordu. Doğaldı bu. Çünkü yaşam, sizin önünüze getirdiği şeyler ve sizin yapabildiklerinizle sınırlıydı. Veya sınırları alabildiğine genişliyordu bazen. Öyleyse ne yapmalıydı? Genç adam, kendisi olmak dışında bir hedefi olamayacağını görüyordu. Kendisinden kopuk, başkalarınca konmuş hedeflere, rakamlara ulaşmaya gücü yoktu. Çünkü sınırlılıklarını biliyordu. Akşam ile gece arasında bir saatte, Nalbantoğlu’nda, bir kafede oturmuş, geniş bir camın arkasından sokağı seyrediyordu şimdi. Sert bir rüzgar yağmuru savuruyordu sokağa. Rüzgar ve yağmur, ayakkabı mağazalarının önünden hızla geçiyorlar, sokağın sonuna dek gidiyorlardı. Tek tük insanlar da yürüyordu sokakta. Hepsi sınırlı yaşamlarına bugün de bir şeyler tıkıştırmışlar, ellerindeki poşetlerle, çantalarla yürüyorlardı. Ne genç adam ne de onlar bu biten güne ne sığdırabildiklerini biliyorlardı.
Yazı ve Çimler : Gökay Öngör