Son bakışta aşk
“O” bizim için hikayeyi yazar, rolleri belirler, sadece oynamak kalır geriye. Bu nereden, nasıl geldiği belli olmayan vazgeçilmez oyunda; yer, zaman, mekan kavramı yok olur, kurallar çoktan rafa kalkmıştır bile…
Uykusuz gecelerde tavanda asılı yüzü, en hoş melodiler… Onun sesi lazım sadece. Ne anlattığının önemi yok, susmasın konuşsun saatlerce. Olmadık anda burnunda olsun kokusu. Coşkulu kalbin okyanus dalgaları gibi. Ve aynada hafif pembe şaşkın bir yüz. İki ruhun birleşmesi, birleştikçe özgürleşmesi denebilir aşk için.
Bir yanda ona gölge düşüren korkular ve endişeler dururken, aslında çoğu zaman içine düşülen hüzünlerle beslenir o. Bu yüzden severiz onu. Bazen kavuşamaz, karşılık görmeyiz ondan. Ya da imkansızlaşmıştır yaşanması. Acı çekmek ve yenik düşmek efsaneleştirmiş birçok aşk hikayesini… Tüketilmeyen, beslenen, acelesi olmayan, fedakarlıklarla süslenmiş, hesapsız öylesine yaşanan aşklar. “Sensiz nefes alamıyorum” derken sevgiliyi soluksuz bırakıp öldürmeyen aşklar.
Büyük usta Mimar Sinan’ın derin bir tutkuyla bağlandığı Mihrimah Sultan’a olan duygularını sanatına yansıtması aşktaki hüznün en güzel örneklerinden bence. Görmeden, dokunmadan, vazgeçmeden yaşamış. Sevmenin tadını çıkartmış uzaktan uzağa. Onun için sevdiği kadını yansıtan eserlerinde bulmuş teselliyi. Aşkını ayın ve güneşin aynı paralelde parıldamasını hesaplayacak kadar yüce tutmuş.
İletişimin bu kadar kolay ve yoğun olduğu bir dönemde yine en büyük sorun yalnızlık hissi değil mi? Aşk ve huzur arayışı ile güvenmek ihtiyacı… Yakınındakine uzak hissetmek, uzağındakini yakın… Dengeyi bir türlü bulamamak. Belki de eskilerde olan bizde olmayan şey cesarettir, hüzünden kaçmamaktır.
Yaşansın ya da yarım kalsın hüzün hep bir yerlerde gizlidir. Sözlere dökülenlere inat bakışlardan taşar tüm gerçekler. Pişmanlığını, kıskançlığını, umutlarını anlatır tek tek. Büyüyen gözbebeklerin ele verir seni. Walter Benjamin’in dediği gibi mi acaba? İnsanı büyüleyen aşktır ama ilk bakışta değil, son bakışta aşk. O ilk andaki etkiye ve pırıltıya karşı; son defa baktığında, boğazından aşağıya süzülen bir düğüm ve gözlerde beliriveren ışık vardır. Hangisi daha gerçektir? İlk anda; heyecan, tutukluk, olmadığın biçimlere girme halleri, tatlı bir telaş ve panik vardır. Kısa zamanda aklından milyonlarca plan ve arkası gelmeyen sorular geçer. Son bakıştaki cesaret ise gerçeği anlatır. Ya vardır aşk ya da yoktur. Duyguların bir hamlede toparlandığı andır o.
Aslında daha en başından sonu hazırlar gibiyiz. Başlangıçta bir nefes ya da bir bakış bile yeter gibi gelirken; sözüm ona mutlu olmak için, sonra iç hesaplaşmalar ve değiştirme çabaları gelir. Belirlediğimiz kalıba uydurmaya çalışmak da yetmez. Birlikte geçirilen zamanın kalitesini yükseltmek yerine, geçiremediğimiz zamanların hesabını sorgulamakla, tartışmalarla kaosa sürükleriz ilişkimizi. Sonra yitip gitmeler gelir ardından ve başladığımız yerde buluruz kendimizi. Pişmanlıkla; bir nefesini hissetsem, var olduğunu bilsem yeter diye düşünürüz.
Aşkta mantık olmaz, hesaplamalar, entrikalar, güç savaşları olmaz. Can çekiştirmekten başka bir işe yaramaz. Mutlak özgürlük sana kendiliğinden gelen, sana doğru akan bir ırmağın coşkusu olur. Ayrılıklarda olur, kavuşamamak da… Bu aşk olmadığı anlamına gelmez, hüzün orada gelir usulca senin yanına. Kendinle olmanın, aşık olmanın tadını çıkarmayı öğrenirsin. Son bakıştaki ışık gibi, ay ve güneşin parıldaması gibi, hüzün her yerde, her an, içinde ve seninle olur. Tam olarak hiç hissedemezsin.
“Aşkın ilk soluğu, mantığın son soluğudur” Antonie Bret