Tırnak içinde bir “deli”
Salvador Domingo Felipe Jacinto DALÍ y Domènech
Günde sadece iki saat uyuyan; cisimlere, insanlara ve tüm dünyaya “deli” gözüyle bakarak, “Bir deliyle aramdaki tek fark, benim deli olmamamdır” diyecek kadar özgüven sahibi; bıyıkları için “dehamın antenleri” diyecek kadar uçuk bir dahi…
“Koridoru yürüdüm kapıyı çaldım. Kral dairesinin kapısı vardı ve kapıyı Dali açtı. Anadan doğma çıplaktı…” sözlerinin sahibi Dali’yi tanıma şansını yakalamış birisi. Onu çıplak karşılaması Dali için olağan, misafiri için olağanüstü bir durumdu. Çünkü medya önünde ya da normal yaşamında hiç kimseyi umursamayan ve eserlerinde bunu tüm “çıplaklığıyla” yansıtan bir isimdi Dali. ”Bu dünyada bir insanın başına gelebilecek en güzel şey benim başıma geldi. Hem İspanyol’um hem Salvador Dali.” diyecek kadar kendisine güvenen bir kimlikti. Birçok demecinden bu kolayca anlaşılabiliyordu. Hatta 16 yaşında defterine yazdığı bir yazı “ben” egosunu açıkça ortaya koyuyordu: “Bir dahi olacağım ve herkes bana hayran kalacak.”
Ölmeden önce kendi mezarını tasarlaması, içi doldurulmuş bir kuzuyu yatak odasının başköşesine yerleştirmesi, imzalarını karısının ismiyle atması, karısının ölümünden sonra kendini yakmaya çalışması onu “deli” diye çağırmalarının sadece birkaç sebebiydi. Ne denli deli olduğunu hiçbir zaman kimse kestiremedi. 60 yılında Figueres’e bir müze kurmaya karar verdiğinde, Dali’nin saçmaladığına inanılmıştı. Müze 74 yılında Gala Salvador Dali Tiyatro Müzesi ismi ile açıldı ve şu an İspanya’nın en çok gezilen 3’üncü müzesi. Bu müze onun tasarladığı en büyük eseri oldu. Bu sürrealist müzede; Dali’nin tasarladığı ve boyama, çizim, yontma, kuyum, hologram, stereoskopi, fotoğrafçılık ve benzeri tekniklerle yapılmış 4 binden fazla eseri bulunuyor. Dali’nin hayal gücünün somutlaştığı bu yer, adeta bir ibadethane görünümünde. Zaten mezarını sonsuza kadar kalmak istediği müzede cam kubbenin tam altına yapmış.
Dali için ölen kardeşi ve çok sevdiği eşi büyük anlam ifade ediyordu. Salvador ismini o doğmadan önce ölen abisinden alan Dali, “Kendimi ifade ederken her zaman kullandığım tüm eksantrizm ve tutarsız teşhirciliğim, hayatımın kalıcı trajedisinden başka bir şey değildir. Kendi kendime ölü kardeş değil, yaşayan kardeş olduğumu ispatlamak zorundayım. Bu nedenle kendimi ölümsüz kılıyorum.” diyerek çok şeyi açıklıyordu aslında. Dali’nin en büyük ilhamı ise büyük aşk yaşadığı karısı Gala. Onun Gala’ya olan tutkusu Figueres’e 40 km uzaklıktaki bir ortaçağ kalesinde tüm açıklığı ile bugün bile görülebilir. Dali, Púbol Kalesi’ni özel olarak dekore ederek Gala’ya armağan etmişti.
1904’te doğan ressam en çok gerçeküstü eserlerindeki tuhaf ve çarpıcı imgeleriyle ünlendi. Ressamlığın yanı sıra heykel, fotoğraf ve sinemayla da ilgilendi. Kişiliği her alanda çok yönlüydü. Görsel anlamda bir semboldü adeta. Bıyığıyla, saçıyla, kıyafetiyle her yönüyle bir sembol… Başka bir deyişle kendisi de bir eserdi Dali’nin. Görsel gücü o denli güçlüydü ki insanları etkilemesi çok zor olmuyordu. Çılgınlığı da işin cabası oluyordu. Bir gün konferansa giderken ayağını sıkan bir ayakkabı giyen Dali’ye soruyorlardı neden böyle bir ayakkabı giydiniz diye. Dali ise şu cevabı veriyordu: “Ayağım sıkarsa kafamı daha iyi toparlıyorum. Bir yerde bir sıkıntı olmalı ki diğer yerler rahatlasın.”
Gözlerini kapattığında oluşan görüntüleri anne karnında gördüğü görüntüler olduğunu savunan Dali’nin ağzından dökülen birçok söz onu anlatmaya yetiyor aslında:
“Dahi değilsen bile öyle davran. Kesin dahi sanarlar.”
”Çocukluğumun daha ilk yıllarında kendimi sıradan ölümlülerden ayrı tutan şirret bir düşüncem vardı. İşte o yüzden bugün başarılıyım ben.”
”Soytarı olan ben değilim, deliliğini gizlemek için ciddiyet oyunu oynayan şu aklın, mantığın alamayacağı ölçüde sinsi, bönlüğünden bile habersiz toplum.”
“Uyuşturucu kullanmıyorum, ben kendim uyuşturucuyum.”
“Dünyada iki büyük ressam vardır, biri Pablo, diğeri de benim, ama ben daha büyüğüm”
“Sanat yapmak için aklı devre dışı bırakmak gerekir.”
“Ya kolaydır ya da imkânsız!”
Dali’nin hayatı tabir yerindeyse film gibiydi. İlk resim kursunda öğretmeni Juan Núñez’di, ondan karakalem çalışmayı öğrendi. Daha sonra Katalan empresyonist ve realistleri ile tanıştı. Zaman içinde Kübizm ve Juan Gris’i keşfetti. 20’li yılların başında Madrid San Fernando Akademisi’ne başladı fakat anarşist hareketleri nedeniyle okuldan atıldı ve bir süre Girona’da tutuklu kaldı. Paris’te çok saygı duyduğu Picasso’yla tanıştı ve etkilendi. Londra’da Stefan Zweig onu Sigmund Freud’a tanıttı ve Freud’un düşünceleri üzerine felsefeler üretti. 23 yılında Madrid’de Luis Buñuel ve García Lorca ile tanıştı. Dalí tüm bu insanlarla birlikte gelişip değişiyordu da.
Gençken sahip olduğu uzun saçları ve ağzından düşürmediği piposu ile daha doğal bir tip olan Dali, yıllar sonra kısacık briyantinli saçlara, “özel” bir bıyığa ve spor giyinen asık bir surata sahip birine dönüştü. Günlük yaşamı; entelektüel bir söylem ve lüks bir yaşamla harmanlanıyordu. Kadınlar pek ilgisini çekmezken fikrini değiştiren birisi ile yolları kesişti. 26 yılında bir Rus avukatın kızı ve sürrealist şair Paul Eduard’ın eşi olan Gala’yla tanıştı. Birkaç ay sonra tamamen âşık olarak birlikte yaşamaya başladılar. Gala yaşamına girdikten sonra; Dali için bir âşık, bir arkadaş, esin perisi, model, danışman ve her şeyin ötesinde varlığının yöneticisi oldu. 1982’de Gala öldü ve Dali neredeyse hiç resim yapmaz oldu.
Freud’un içten ve fanatik olarak tanımladığı, Dali’nin gözleri; hep büyüleyici bir dünyayı keşfediyordu. 23 Şubat 1989’da Figueras hastanesinde, 84 yaşındayken öldü. Cesedi ilaçlandı ve Figueras’taki müzesine hâkim olan dev kubbenin altına gömüldü. Sigmund Freud’un yazılarından etkilenerek sanatını sürrealizmle temellendiren Dali, “Eleştirel Paranoya” yaklaşımı ile oluşturduğu eserlerle tüm deliliğine rağmen dünyanın en başarılı sürrealist ressamı oldu.