Uçup giden enerji

Doğa; insanın yaşamı boyunca ihtiyaç duyacağı, hayatta kalması için gereken her şeyi içinde barındırıyor. Suyuyla, bitkisiyle, hayvanlarıyla ve tabii ki en doğal enerji kaynaklarından biri olan rüzgârıyla…

Rüzgar türbini
Rüzgar türbini

Elektrik saçan balıklar, kendinden ışıklı böcekler, ağlarında elektrostatik enerji taşıyan örümcekler… İnsanoğlu yüzyıllardır canla başla çalışarak bir yandan faydalandığı ona sonsuz bir kaynak sunan doğayı taklit etmeye, yapay enerji kaynakları üretmeye çalışıyor. Oysa bu enerji kaynaklarına doğuştan sahip bir sürü canlı ile aynı dünyayı paylaşıyoruz. Yenilenebilir ve asla tükenmeyecek olan kaynaklara sahip olduğumuz halde daha fazlasını aramaktan, doğallıktan son derece uzak çareler üreterek doğaya zarar vermekten vazgeçmiyoruz. Görmezden geliyor, yetinmiyor ve her geçen gün biraz daha kaybediyoruz. Oysa değil günlük hayatın rutininde ihtiyaç duyduğumuz her şeyi, içimizdeki yaşam enerjisini bile doğaya borçluyuz.

Rüzgar türbini
Rüzgar türbini

Havanın hızla yer değiştirme özelliğinden yararlanıp bu özelliği kinetik enerjiye dönüştürerek rüzgâr enerjisi yaratma işlemi eski çağlardan beri hayatın birçok alanında uygulanıyor. Güneş, dalga ve jeotermal (yerkürenin iç ısısı) enerji de tıpkı rüzgâr gibi doğal süreçlerde var olan enerji akışından elde edilen, diğer adıyla “yenilenebilir” olan enerji kaynakları arasında… Tabi asıl önemli olan, bu kaynaklardan olabilecek en yüksek seviyede yararlanmak. Rüzgârdan en verimli şekilde yararlanılmasını sağlayan dev boyuttaki rüzgâr türbinleri gibi. Kinetik enerjiyi önce mekanik enerjiye, ardından elektrik enerjisine dönüştüren rüzgâr türbinleri, Cervantes’in 1600’lü yıllarda yarattığı hayali kahraman Don Kişot’un ezeli düşmanları olan yel değirmenleriyle benzer bir mantıkla çalışıyor. Pervane kanatları rüzgârın etkisiyle dönmeye başlıyor. Pervanelerin hareketiyle şaft çalışıyor ve şaftın hareketinin ardından jeneratör devreye giriyor. Bir süre öncesine kadar türbinlerin çevreye verdiği tek zarar, devasa pervanelerinden çıkan gürültüydü. Ancak bu gürültü; nükleer, fosil ya da diğer enerji üretme yöntemlerinin atmosfere, havaya, suya verdiği zararların yanında hatırı sayılmazdı ama geçtiğimiz yıllarda bu seslere de bir çözüm bulundu ve büyük oranda azaltıldı.

Rüzgar türbini
Rüzgar türbini

Rüzgâr enerjisinin dünya çapında kullanım oranında son yıllarda küçük de olsa değişimler gözleniyor. WWEA’nın (Dünya Rüzgâr Enerjileri Birliği) 2011 yılında yaptığı açıklamaya göre Çin başta gelmek üzere bu gücü en çok kullanan ülkeler arasında Hollanda, İtalya, Japonya, Hindistan, İspanya, Danimarka ve Almanya yer alıyor. EWEA’nın (Avrupa Rüzgâr Enerjisi Birliği) verilerine göre geçtiğimiz yıl Avrupa’da kurulu rüzgâr gücü %10’a yakın bir artış gösterdi. Türkiye’de 1992 yılında, rüzgâr enerjisinden yararlanmayı yaygınlaştırmak, ülkemizdeki rüzgâr enerjisi potansiyelinin ekonomiye kazandırılması amacıyla kurulan TÜREB (Türkiye Rüzgâr Enerjisi Birliği) geçtiğimiz aylarda Türkiye’nin 2014 yılında rüzgâr enerjisi yatırımlarında Avrupa’da beşinci, dünyada ise onuncu sırada olduğunu açıklamıştı. Enerji üretim maliyetlerini ciddi anlamda düşürüyor olması, çevreye zarar vermeyen ve güvenilir bir kaynak olması hatta dünya döndüğü sürece asla tükenmeyecek bir kaynağa sahip olması bile tercih edilme oranını hak ettiği yüzdelere ulaştırmaya yetmiyor. Ancak bu alanda yapılan umut verici çalışmalar da göz ardı edilemeyecek boyutlarda. Atomun çekirdeğinden elde edilen ve insanlar, hayvanlar hatta bitkiler için hayati tehlike riski taşıyan nükleer enerji ise Fransa ve Amerika gibi ülkeler tarafından %20’ye yakın oranlarda tercih ediliyor.

Dünya değişip geliştikçe, teknoloji ilerlemeye devam ettikçe enerji ihtiyacı daha da artıyor. Bu ihtiyacın karşılanması için yeni kaynaklar araştırılıyor, daha fazla verim almanın yolları aranıyor. Sınırsız kaynaklar sunan doğa yeterli gelmiyor ve daha fazlası için yapılan çalışmalar eldeki kaynaklara zarar verme riski taşıyabiliyor. Doğa, biz ona ne yaparsak yapalım, bilerek ya da bilmeyerek ne kadar zarar verirsek verelim her seferinde affediyor. Ona sığınmamıza, havasından, suyundan yararlanmamıza izin veriyor. “Doğa Ana” bizi gerçek bir anne gibi şefkatle kucaklıyor. Bir Kızılderili atasözünde geçen o son ırmak kuruyana, son ağaç yok olana ve son balık ölene dek de şefkatini bizden esirgemeyecek gibi görünüyor.

Yazı: Ferhan Petek Fotoğraflar: Engin Çakır

Başa dön tuşu