“Uludağ’dan Olimpos’a selam olsun…”
Işık ülkesinin tanrısal başkentine adım attığınız anda sizi sarıp sarmalayan “duygu dolu doğa”, tüm tatiliniz boyunca size eşlik edecek. “Duygu dolu doğa da nasıl oluyormuş?” demeyin ve oraya gidene kadar bu söze inanmakla yetinin ve birazdan okuyacaklarınızı hayal edin lütfen.
Siz taşlık bir sahilde nasıl bu kadar iyi dinlenebildiğinizi düşünürken, işin sırrının gece boyu sizi izleyen yıldızlardan dökülen ilahi tozlarla ilgili olduğunu anlamanız biraz zaman alacaktır. Tarihten hiç hoşlanmayanların bile “sessizce ve saygıyla” dolaştığı antik kentin -onlara bile “var burada bir keramet” dedirterek- tarih sevdalıları yarattığına şahit olabilirsiniz.
“Tanrılarla aşık atılmaz” dedirten bir güzelliği var Olimpos’un. Etrafta dolanıp duran üşütmeyen rüzgarından tutun da, devamlı deniz gözlüğüyle yüzüyormuş hissi veren turkuvaz renkli berrak denizine kadar bir tuhaf duygu eşlik ediyor insana. Şimdi doğa tarafından istila edilmiş harabelerin arasından kılıcını kuşanmış, miğferli mitolojik bir kahraman çıkacak diye aklınız çıkarken, derede yüzen ördekleri görünce burasının artık bir ören yeri olduğunu idrak ediyorsunuz. Yan komşusu Çıralı’daki Yanartaş’ın ateşinin “dumanı” mı bu duyguların sebebi yoksa bol oksijen mi? Kim bilir belki de içinde yaşayan insanların “rahatlığındandır”. Nesli tükenmek üzere olan dev Caretta caretta kaplumbağalarına her zaman saygı ve sevgiyle yaklaşan bu insanlarla, bu içten duygularını paylaşmak dünyanın en güzel hislerinden bir tanesi olsa gerek. Sabahın ilk ışıklarında telaşla denize koşturan kaplumbağaların eşliğinde sabah yogası yapan, deniz kıyısında oturup sabah rüzgarına yan flüt çalan veya köpeğiyle sahilde koşu yarışına giren bu insanların yanında olmak, aralarına katılmak ya da onlardan birisi olmak, emin olun size iyi gelecek…
Antik Çağ’da Olimpos adıyla anılan yirmiye yakın yer olduğu yazılıdır. Fakat hangisinin nam-ı diğer Olimpos olduğunu kimse bilmez. Mesela Heredot’a göre Bursa’nın simgesi Uludağ Olimpos’tur; Yunanlılara göre ise, Yunanistan’ın kuzeyindeki Tesalya ve Orta Makedonya arasında kalan 2917 metrelik yüksekliği ile Yunan topraklarının en yüksek noktası olan meşhur dağ, tanrıların evi olan Olimpos… Antalya’da bizi kucaklayan dağın adı ise Tahtalı Dağı. Deniz kenarından dik olarak 2366 m. yüksekliğe ulaşabilen dünyadaki dört dağdan biri olan bu dağın etekleri, oluşturduğu vadiler ve sarp yamaçlar hepsi tanrısal işaretler olsa da Yunan mitolojisine saygıyla Yunanistan Olimpos’unu Olimpos’ların beyni kabul edebiliriz. Ama vücudun bir de kalbi var… Bunca duygusal ip ucunun eşliğinde aksini düşünmek biraz zor oluyor.
Yemyeşil, ulu ağaçların arasında öylesine derin bir vadidesiniz. Gökyüzünde vadideki neredeyse her taşa dokunarak kavuran güneş, ışıldamaktan yorgun düşmüş. Akça ve Cılıbıt kuşlarının naraları her yanı sarmış. Ara sıra ıslıklar tutturan rüzgar çan çiçekleri ile cilveleşirken, cırcır böcekleri melodiyi tamamlıyor. Ama esas ritmi tutan ağaçkakanlar. Sadece ağaç reçineleri gelmiyor burnunuza; çam ve defne ağaçları, orkideler, papatyalar, kır çiçekleri, dikenler –evet dikenler bile güzel kokuyor burada- neredeyse şu bile bir gerçek, deniz kokusu dereyi takip ediyor ve aşklarından her yer afrodizyak kokularla doluyor. Tanrıları çok kızdırmadan bu kokuyu içinize çekseniz hiç de fena olmaz…
Olimpos antik kentinin iki girişi var. Komşusu Çıralı yani deniz tarafından kente girilebildiği gibi diğer komşusu Adrasan tarafından da kente girmek mümkün. Bölgenin suyu ve yeşili bol doğasına en uygun konaklama olanağını ağaç evlerden oluşan pansiyonlar sunuyor. Ağaç evler denince insanın aklında biraz daha farklı ifadeler oluşsa da, doğaya yakın olmak bile yeterince güzel. Üç kilometreyi geçen Çıralı, Olimpos sahili boyunca gözü rahatsız edecek yapılaşma yok. Var olan otel, pansiyon, restoran gibi mekanlarda zakkumların ve narenciye ağaçlarının arasında pek fark edilmiyor. Günümüzde doğa ve bereket tanrıçası Demeter’den armağan olan, bakir doğası ile de göz doyuran Olimpos’un tamamı arkeoloji ve doğal sit alanı olarak koruma altında. 509 kilometre’yi bulan ülkemizin en uzun yürüyüş rotası Likya Yolu’nun önemli bir kısmı Olimpos çevresinde bulunuyor. Bu rotalar geçtiğimiz yıllarda yapılan çalışmalarla kırmızı, beyaz noktalarla işaretlenmiş ve başlangıçları tabelalarla gösterilmiş, bu nedenle yolları bulmakta fazla zorlanmıyorsunuz.
Zifiri karanlıkta kafanızı kaldırdığınızda yıldızların bu kadar yakın olduğuna şahit olmak, içinizin yangını bitmediyse, gece denize girmenin ürperticiliği ile ruhunuzun derinliklerine yolculuk yapmak inanın sizi üşütmeyecek. Yolunuz Olimpos’tan da geçen Likya Yolu’na düşüp tarihin peşinden gitseniz de çok geçmeden geri gelirsiniz. Çünkü Olimpos en karmaşık duyguların en basit anlatımıyla “çok güzel…”
Mitolojisi
“Fethiye’nin doğusu ile Antalya’nın batısı arasında kalan Bey Dağları Milli Parkı’nda yer alan bölge M.Ö. 2. yüzyıl civarında Anadolu’nun en önemli uygarlıklarından olan Likya Birliği’ne ev sahipliği yaptı. “Işık Ülkesi” olarak da anılan Likya Birliği’nin Akdeniz kıyısındaki en güçlü kentlerinden birisi Olimpos’tu. Musa Dağı ile Omurga Dağı arasından akan Akdere’nin iki kıyısında kurulmuş olan kentin kalıntıları bölgenin bereketli doğası tarafından adeta saklanmış halde. M.Ö. 3.yüzyıl civarında kurulduğu düşünülen kent, M.Ö.2.yüzyılda Likya Birliği’ne dahil olur. Kısa sürede birliğin en önemli altı kentinden biri durumuna gelen Olimpos’un tarihi bu bölgeyi kendine üs tutan Zeniketes adlı bir korsan tarafından karartılır. Tarsus’tan Olimpos’a kadar olan tüm kentleri ve bölgeden geçen Roma gemilerini yağmalayan Zeniketes Olimpos’u krallığının başkenti ilan edince, kent Likya Birliği’nden çıkartılır. Roma ordularının Zeniketes’i bölgeden atmasının ardından korsanlarla işbirliği yaptığı için Olimpos ağır cezalara maruz kalır. Bizans döneminde bir ölçüde de olsa da Cicero’nun “eski mamur kent” olarak tanımladığı geçmişteki zengin günlerine dönen Olimpos 15. yüzyılda tamamen terk edilir. Kentin o günlerinden kalan Likya tipi lahitler, tonozlu mezar odaları, hamam ve tiyatro kalıntıları makilerin ve defne ağaçlarının kapladığı alana yayılmış durumda. Bu kalıntılar içinde en ilginç olanı ise Olimposlu Kilikyalı korsan Kaptan Eudemos’a ait lahit. Çıralı girişinin bilet gişesi karşısında bulunan mezar odası içindeki lahidin üzerinde direksiz ve küreksiz bir gemi kabartması ve dört dizelik bir şiir yer alır: “Son limana girdi çıkmamak üzere çünkü ne rüzgârdan, ne de gün ışığından medet var artık. Işık taşıyan şafağı terk ettikten sonra kaptan Eudemos, Oraya gömüldü gün misali kısa ömürlü gemisi, kırılmış bir dalga gibi.” Kaptan Eudemos’un ardından 78 yılında Romalılar tarafından alınmış, sonrasında ise Haçlı seferleri döneminde Selçuklu topraklarına katılmış Olimpos. Eudemos’un mezarına gitmek için yanından geçtiğimiz Akdere Çayı’nın gürül gürül akan sularıdır Poseidon’un kudretini gösteren… Günümüzde suyun büyük bir kısmı yukarı kesimde sulama suyu olarak el konduğu için, özellikle de yaz aylarında kurumaya yüz tutuyor. Oysa geçmişte, taşkınlarını önlemek için inşa edilmiş bir duvara gereksinim duyacak kadar coşkuluymuş Akdere’nin suları; hatta bu berrak sularda gemiler dahi yüzebilirmiş. Eudemos’un lahti dışında çevreye yayılmış birkaç lahit daha var. Ancak ayakta kalmayı başarabilmiş en sağlam yapı ise M.S.2. yüzyıla tarihlenen bir tapınağın girişi. İon tarzındaki giriş, tapınağın ihtişamı konusunda ip ucu vermek için ayakta kalmış gibi. Işık Ülkesi Likya Güneş Tanrısı Apollon’un doğum yeri olarak kabul edilirdi, bu nedenle Likya’nın baş tanrısı Apollon’du. Ancak Olimpos’lular için Apollon’dan daha önemli olan bir başka tanrı vardı. Mitolojik tanrıların en usta sanatçısı, her türlü madeni işleyerek muhteşem eserler yaratan demirci tanrı Hephaistos. Bunun nedeni ise Çıralı sahilinden üç kilometre içerdeki Yanardağ’da bulunan ve Anadolu’daki en gizemli yerlerden sayılan Yanartaş’ta yüzyıllardan beri sönmeyen ateş. Efsanesi de en az Yanartaş kadar ilginç olan bu bölgede tanrı Hephaistos adına yapılmış bir tapınak bulunduğu antik dünyanın coğrafyacılarından Pseudo’nun “Periples” adlı eserinde anlatılır. M.Ö. 350 yılında kaleme alınan eserde Adrasan Limanı ile Phaselis kenti arasındaki ‘bir dağda Hephaistos Tapınağı ve yerden çıkıp kendiliğinden yanan ve hiç sönmeyen ateş bulunur’ denmektedir.”
Yazı ve fotoğraflar: Engin Çakır