Umut mu? Nerede?

Hakan Akdoğan
Yazı: Hakan Akdoğan

Aldous Huxley’in romanı Cesur Yeni Dünya, 26. yüzyıl Londra’sında programlı olarak değiştirilmiş toplumu konu edinen bir eserdir. Toplum “Kuluçka Ve Şartlandırma Merkezi”nin tüm hastalıklara ve yaşlanmaya karşı bağışıklığı olan seri insan üretimiyle fiziksel olarak mükemmel biçimde yapılandırılmıştır. Sağlıksız ceninlerin elendiği bu öjenik yapıda uykuda öğretim olarak bilinen hipnopedi ile insanlara içinde bulundukları hiyerarşik yapıda nerede olduklarından yapmaları gereken işlere kadar herşey öğretilmektedir. Irklar eşittir, savaşlar ve yoksulluk yok edilmiştir, sağlık sorunları çözülmüştür. Tüketime şartlandırılan insanlar sadece toplum odaklı yaşamaktadır. Toplum haz almanın esas olduğu hedonistik bir hale bürünmüştür. Herkes mutlak mutludur. Bu açıdan bakıldığında eser bir ütopya olarak görülebilir. Ancak mutlu ve istikrarlı insanlar haline gelmeleri için önemli olan birçok değerin yok edilmesi, aile, kültürel çeşitlilik, sanat, felsefenin neredeyse ortadan kaldırılmış olması eseri bir distopya haline dönüştürür.

George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı distopik romanı da İngiltere’de totaliter bir tek parti yönetiminde sürekli propaganda ve beyin yıkamaya maruz kalan bir toplumu anlatır. Dünya, sürekli olarak birbirleriyle savaşan Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya adlı üç büyük devlete ayrılmıştır. Okyanusya toplumunun büyük çoğunluğu, baskıcı düzene karşı ilgisizdir. Büyük Birader’in acımasız diktatörlüğü altında hiç tepki göstermeden yaşarlar. İnsanlar doğdukları andan itibaren kontrol altına alınır. Her yerde Büyük Birader’in gözleri vardır. İnsanlar yaşamaya devlet adına devam ederler. Romanın baş kahramanı Winston Smith akıl dışı bulduğu baskı düzenine muhalefet etmeye, Büyük Birader’e meydan okumaya çalışır. Direnişine Julia da destek olur. Ne var ki, bir süre sonra yakalanırlar. Akıl almaz işkenceler görürler. İşkencelere dayanamazlar ve birbirlerine ihanet ederler. Manevi bir yıkım yaşayarak yeniden düzenle bütünleşmek, eski yaşamın kurallarına boyun eğmek zorunda kalırlar. Diktatörlük kazanır. Baskı düzeninin saçmalığını düşünecek, başka türlü bir yaşamı düşleyecek ve bu doğrultuda harekete geçecek tek bir kişi bile kalmaz.

Orwell eserinde tepeden inme bir baskıdan, dayatmadan, boyun eğdirmeden söz ediyordu. “Büyük Birader”, “Düşünce Polisi” gibi kavramları ortaya koyuyordu. Huxley insanları tektipleştirmek için Büyük Birader ve türevlerine gerek olmadığını, baskıyı gönüllü isteyecek, düşündürmeyen bir sisteme razı olacak bir yapıdan bahsediyordu.

Orwell sanatın yasaklanarak yok edileceğini, Huxley sanata uzaklaştırılmış insanlar nedeniyle sanatın ilgisizlikten yok olacağını anlatıyordu.

Orwell  bizi olup bitenden habersiz bırakacak, enformasyona el koyacak baskıcılardan, Huxley ise gerekli gereksiz, doğru yanlış her türden aşırı enformasyon yüklemesiyle şaşkınlaştırarak pasif hale sokacak olanlardan çekiniyordu.

Böyle olunca da  şu yorum mümkün: Orwell’in asıl korkusu gerçeklerin insanlardan gizleniyor olması, Huxley’inki ise gizlenmeyen, ortada olan gerçeklerin umursamazlık nedeniyle önemsenmemesi haline geliyordu.

Orwell tutsak, dayatılmış, planlanmış, hesaplanmış bir kültürden bahsederken Huxley önemsiz ve değersiz her şeyin göğe çıkarıldığı, kokuşmuş, yozlaşmış bir kültürden söz ediyordu.

Özetle, Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanında acımasızca denetlenen, bastırılan insanları anlatırken, Huxley, Cesur Yeni Dünya’da hazza boğulan, duyarsızlaştırılan, pasifleştirilen insanları anlatır. Bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesidir Orwell’in inandığı. Huxley’in inandığı ise sevdiğimiz şeylerin bizi mahvetmesidir.

Medyamızın büyük kısmının durumuna bakınca haklı olan Huxley gibi görünmektedir. Şu an Cesur Yeni Dünya’nın atmosferinde yaşıyor gibiyiz. Uzun zamandır Huxley’in gönüllü tektipliliğini dayatmak için gerekli olan yoğun medya bombardımanının altındayız. Göğe yükseltilen önemsiz ve değersiz şeylerin arasına sıkışmış “gerçek gerçek”ler görülemiyor ne yazık ki. Gerçeğin yerini almış yeni bir yapay gerçeklik söz konusu.

Umut ışığı

Jean Baudrillard’ın simülasyon kavramı tam da Aldoux Huxley’in anlattıklarıyla örtüşüyor. Baudrillard, simülasyonu “Gerçeğe ait tüm göstergeleri ele geçirmiş ve gerçeğin yerine geçmiş sahte” olarak niteler. Bahsedilen, sinsi bir hipergerçekliktir. Gerçek yok edilmiş ve yerine başka bir şey konmuştur. Buradaki sahtelik, “bir gerçek ve onun kopyası” olarak bahsedemeyeceğimiz bir durumdur. Gerçeğin yerine başka bir gerçek oturtulmuştur. Karşımızdaki şey tektir. O da yeni sahte gerçeklik olan simülasyondur. Gerçek kendini aşmış, hipergerçek olarak değişmiştir. Gerçek artık “gerçekten daha gerçek” olandır.

Yazarlar, bilim adamları, fikir adamları haklarındaki suçlamalar bile henüz netleşmemişken hapishanelerde yıllarını geçirirken sessiz kalıp, ekranlardaki bazı yarışmalarda yaptığı saçmalıklarla gündeme gelen şöhretimsilere ulaşmak için çırpınıyorsak, toplumun milli duygularını istismar ederek kamplaşma yaratanlara dirsek çevirmeyip bilmem kaç defa evlenmiş bir şarkıcının yeni evliliği için programlarda ahkam kesiyorsak, düşünsel yapıyı kontrol altında tutmak için kültür yapısını kasıtlı olarak değiştirenleri görmezden gelip vurulan bir türkücünün yattığı hastanenin önünde günlerce nöbet tutuyorsak, insanları tüketime motive ederek dayatılan dengesiz ekonomik yapıları meşrulaştıranları unutup desteklediğimiz takım yenilince hırsımızdan hüngür hüngür ağlıyorsak, yanlış bilgi ve haberlerle toplumun belli konulardaki düşüncelerini etkileyenleri hazmedip her ânımızı kayıt altına alanlara hak veriyorsak, cinsellikten, insanların umutlarından, yoksulluktan rant elde edenlere kanıp çöpçatanlara, dedikoduculara, sahtekarlara alkış tutuyorsak; hipergerçeklikteki konforlu yerimizi bulmuşuz demektir.

Soru şu: Aldoux Huxley, 1931 yılında yazdığı Cesur Yeni Dünya’da Jean Baudrillard’ın simülasyon kuramını öngörerek 2010’ların Türkiyesi’ni mi anlatmıştır?

Cevap: Sanki öyle ama…

Cevabın devamı yine Aldoux Huxley’in bir cümlesinde gizli: “Siz görmezden gelseniz de gerçekler varolmayı sürdürürler.”

Yararlanılan Eserler:

Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence, Ayrıntı Yayınları, 1994, çev: Osman Akınhay

Aldoux Huxley, Cesur Yeni Dünya, İthaki Yayınları, 2006, çev: Ümit Tosun

George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Can Yayınları, 2011, çev: Nuran Akgören

Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Doğu Batı Yayınları, 2006, çev: Oğuz Adanır

Bu da ilginizi çekebilir
Kapalı
Başa dön tuşu