Vazgeçme

Kalemin kağıda değdiği, hasret kokusunun kelimelere sindiği ve kimi yeri gözyaşları ile ıslandığı için okunması güçleşen mektuplar. Eski aşkların en güzel tanıkları, en gizli sevda sözlerinin ağır işçileri.

Yazı: Dilek Şen

Çoğumuzun unuttuğu postane yollarını aşındıran, kapıyı çalan postacıya hasretle koşan ve sevdasını zarflarda saklayan bir neslin çocuklarıyız biz. Pek çoğumuz ilkokuldaki mektup denemeleri dışında iki satır yazmadı hiç kimseye ve faturalar dışında hiçbir zarf gelmedi adımıza. Bu yüzden belki artık mahalle postacılarımızı tanımıyoruz ve zaten otomatik ödemede olan fatura zarflarını ciddiye almıyoruz.

Mektup zarfı Hızlı akıyor zaman bizim için, bencilliğimizin de cabasıyla hayatı hem kendimize hem sevdiklerimize zindan eden haller içinde olmamız da bu yüzden. Çok eski değil bizden yalnızca bir nesil önce anne babalarımızın aşklarını düşlüyorum. Bir kez söylemişler birbirlerine sevdiklerini ve ilk ayrılıkta söz vermişler bekleyeceklerine birbirlerini. Bekleyen kadın hiç kaybetmemiş ümidini ve hiç düşmemiş aklına gidenin geri dönmeyeceği, adamsa gittiği yerde hep özlemiş hep beklemiş ve görmemiş dünyanın başka hallerini. Hep yazmışlar yüreklerinden geçenleri kağıtlara kimi zaman kız kulesi olmuş zarflarının sağ köşesinde kimi zaman bir şehrin kalesi, yarım kalmış cümleler bazen; hasretten sonu gelmemiş. Ve hiç vazgeçilmemiş beklemekten, beklentilerin ne kadar alçak olduğundan habersiz; haber gelen sevdiceğe umut bağlamaktan.

Şimdi kendimize bakalım 2 saat haber alamazsak hızlı sevdiğimiz sevgilimizden; dünyalar başımıza yıkılıyor, ya aldatıldık ya kandırıldık sanıyoruz. Bunu belli etmek istemediğimiz için seni merak ettim cümlelerine sığınıyoruz. Oysa bu kadar yoğun merak edilesi bir hadise mevcut değil günümüzde, ortalama sağlıklı bir insanın başına gelebilecekler ortada. Hiç birimiz “superman” ile birlikte değiliz ve dünyanın en vahşi ülkesinde yaşamıyoruz. Asıl merakımız hızlı başlayan her şeyin hızlı tükeneceğinden. Bu yüzden tahammülsüzlüklerimiz, bu yüzden egolarımıza yenik düşmelerimiz ve her detaya hakim olma arzumuz. Ardımızı döndüğümüzde dolaplar dönecek ve bir hemcinsimiz bizim saflık oranı zeytinyağına denk sevgilimizi kapacak korkusuyla sorulara soruyor, farkında olmadan hızlı başlamış aşklarımızı kendi ellerimizle boğuyoruz.

Postacının getireceği hasret kokan mektupları her an cebimizde taşıdığımız telefonlarımıza düşen zarf simgeleri ile değiştirdiğimizden, elimiz kalemden çok klavyelere değdiğinden ve hislerimiz hayatımıza yetişemediğinden beri sevdalarımızı da hızlandırdık, özlemlerimizi, arzularımızı da. Malum hiçbir şeyi beklemeye tahammülümüz yok yazıp gönderelim mesajlarımızı, what’s up’tan online olduğumuz her an takip edelim herkesi.

Güzel olan ne varsa geride kaldı hissiyle mutsuz olmayı seçmek için bir sürü sebebimiz var. Ve tek bir sebep hayranlık beslediğimiz nostaljik aşkları yaşamamız için “inanmak” önce kendine, sonra karşında sevgilim dediğin insana. Sonrasında iş düşünce başa hiç vazgeçmemek, varsın modernizme aykırı olsun ona güvenmek ve sorularla boğuşmak yerine sözlerine kulak vermek. Dinlemek, her sözünü değerli bilmek, her anın değerini birlikte hissetmek. Bunlar sararmış bir mektup sayfasında okunan sözler değil, içinizde yaşarken yaşam hızınızdan fark edemedikleriniz. Bir insanı sevmekle başlıyorsa her şey hiçbir zaman eskimez aşka düşen yüreklerdeki izler. Elinden tuttuğun el olmadıkça sen vazgeçme içindeki aşka inanmaktan. Zaman değişse dahi dönüşen insanın özünde hep aynı kaygı, sevdiğin kadar sevileceksin, yenilme yenilenen aşk oyunlarına.

Bu da ilginizi çekebilir
Kapalı
Başa dön tuşu