Vizördeki hüzünlü İstanbul insanı

Hüznün şehri İstanbul’un tadına sıkça bakan bir fotoğrafçı, aynı zamanda dergimizin yazarı olan Celil Sezer, 24 saatini melankolik çağrışımlarla yaşayan İstanbul’un tam anlamıyla sevdalısı. Fotoğraf sanatına bakış açısı ise bir o kadar derin ve anlamlı.

 “Hiç şiir yazmamış olsa da bir heykeltraş aynı zamanda bir şairdir bence, resim yapmamış bir müzisyen de zannediyorum ki henüz eline fırça almamış bir ressam. Sanat dairesine adım atmış olanların birbirleriyle doğaları gereği akraba olduklarına inanıyorum. Onların, hayatı anlama ve yorumlama biçimleri, o daire içerisinde yer almanyanlara göre zannediyorum ki çok daha birbirine benzer. Sözgelimi bir tiyatro oyunu yazarının Kabataş sırtlarından Kızkulesi’ne baktığında gördüğü, bir romancının o anda gördükleriyle nitelik olarak diğer insanlara göre, daha çok benzeşir.

Fotoğrafa geçiş sürecim üzerine konuşmadan once yukarıda bahsettiklerimi yazmayı zorunlu gördüm. Çünkü benim için fotoğrafa başlayış hiç olmadı ancak geçiş söz konusuydu.Üniversitenin ilk yıllarında küçük bir tiyatro grubu için bir oyun yazmak durumundaydım ve ikinci perdenin ortalarına geldiğimde, yazdığım tüm sahnelerin, odanın içerinde keskin görüntülerle belirip belirip yıkıldığını fark ettim. Bir süre sonra oyunu tamamlamam, aslında sadece her detayını kolaylıkla görebildiğim görüntülere bakıp, onları kağıda aktarmam demekti. Sonra bu “görüntüler”in fotoğrafını çekebilir miyim diye sorduğum an, benim fotoğraf serüvenimin başladığı andı. Her ne kadar, fotoğraf dairesine “kurgusal” fotoğrafı hayal ederek dahil oldumsa da, kendimi sokak çekerken buldum.

İçinde insan olmayan fotoğrafla ilgilenmiyorum. Dahası içinde insan olmayan her fotoğraf eksiktir bence. Bu yüzdendir ki, dünyanın en güzel manzarası, en kötü portresi kadar kıymet taşımıyor gözümde. Yani insan olmalı diyorum karede; hiç olmadı gölgesi düşsün bir kenara, kendi olmasa da rüzgarda uçan şapkası girsin kadraja, yüzünü görmeyelim ama tükürüğü en azından uçuşsun havada.

Sanat, kendisini dinleyen, izleyen, okuyan bir insan olmadığında nasıl ki onun “güzel” olduğunu söyleyebilecek bir şahitten mahrum kalırsa, bir şehir, sokak fotoğrafı da, içinde gezinen bir çift sevgili, bir çocuk olmaksızın, sadece bir yapıdır nazarımda. Makinamla sokağa çıktığımda, İstanbul’un en mutlu adamıyım ben. Kendime ait bir yürüme parkurum var. Bu parkuru, her gün çevresindeki yeni sokak ve geçitleri de keşfetmemle birlikte, sürekli dallar veren kocaman bir çınara benzetiyorum. Yapım gereği çekinmek doğamda yok. Bu bana büyük kolaylık sağlıyor. Sokakta fotoğraf çekerken, insanlara çok sırnaşmam, çok muhabbet etmem, izin almam, onay beklemem. Arabesk bir “çeker giderim” halini daha doğru buluyorum. Hoşlanmayacak olduğunu hissettiğim kişiler, iyi fotoğraf verecekse “saygı”yı pek umursamıyorum. Saygısız da olabilirim iyi bir fotoğraf için. Genel kanı fotoğrafçının olabildiğince görünmez olması gerektiği yönündedir ama bence bazen de fotoğrafçı insanlar yokmuş gibi yapmalı.

Evimde küçük bir baskı cihazım var. Fotoğraf hediye etmeyi bir alışkanlık haline getirdim. Renkli zarflara fotoğrafları yerleştirip, bir adrese postalamayı, bunu yaparken fotoğraftaki kişiyle aramızda geçen konuşmaları bir gülümsemeyle hatırlamayı seviyorum.

Sokak fotoğrafı literatürde kendi içinde dallara ayrılıyor. Ancak bence sokak fotoğrafı “durum” ve “olay” diye ikiye ayrılır. Örneğin iskele üzerindeki adamın bira şişesini bir martıya doğru atması bir olay iken, üzerinden martı geçen iskeledeki adam bir durumdur. Her ikisi de fazlasıyla ilgimi çekiyor.

Tabi insanın gözünün gelişmesi ve kadraj anlayışının oturmasıyla birlikte, gördüklerini fotoğraflama şekli de değişiyor. Fotoğrafa ilk geçtiğim dönemde, iskeledeki adamı yakınlaştırıp çekmekle bir hüzün duygusu elde edeceğimi zannederken, şimdi o adamı, bir şehir silüetinin içerisinde, bir martının altında ve koyu siyah suların üzerinde, yani bir atmosferle birlikte fotoğraflamayı, yakalamak istediğim bu hüzün duygusuna erişmek için daha uygun buluyorum. Şehirdeki fotoğraf, bir de bu İstanbul ise, hüznü içermeksizin ne kadar başarılı olur bilmiyorum.  

Bu bağlamda Ahmet Rasim’in “Manzaranın güzelliği hüznünde yatar” sözü benim için tam bir el feneri. Ancak buradaki mesele ise o hüzün duygusunu nasıl yakalayacağımızdır. Ben kendi fotoğraflarım itibariyle bu duyguyu yakalayıp, yakalayamadığımı bilmiyorum ama nasıl yakalanabileceği ile ilgili bir fikrim var.

Fotoğrafı çeken kişi neyi çeker aslında? Bence yine kendisini. Elinde makinayla şehirde fotoğraf arayan kişi bence farkında olmadan kendisini arar durur. Neşe içerisinde -ki bir fotoğrafçının fazla neşeli olmasını yakıştırmıyorum- dolanan bir fotoğrafçıyı, yine şehirdeki neşe çağırır ve o kişi onu bulur. Eğer bunu doğru kabul edersek, fotoğrafçı tüm neşesine rağmen, bir yerlerinde bir hüznü taşımadığı taktirde, şehirdeki hüznü farkedebilmesi yalnızca bir şans işidir. Bunu ben, hüznü en iyi yansıtan fotoğraflarımı çektiğim günlerdeki kendi hüznümden biliyorum.

Fazla uzatmadan ekipmanla ilgili de birkaç şey söylemek isterim. Klasik manada “ekipman hiçbir şey, göz her şey” fikrine pek katılmıyorum. İnanın “mont blanc” marka bir dolmakalemi, parmaklarınız arasına alırsanız, yazmak isterseniz. Yazdığınız iyi olur kötü olur, o ayrıdır, ama yazarsınız; hatta yazmak için çıldırabilirsiniz.

Ben fotoğrafa bir analog makina olan Canon A-1 ile başladım ve bir buçuk sene aralıksız bu filmli makinayı kullandım. Dijitale geçmem ikinci senenin başındaydı. Daha sonra birçok dijital makina kullandım; şu an Canon 5D Mark II taşıyorum. Bundan önceki makinamla kıyasladığım zaman, görüyorum ki bu makina bana neredeyse “çek” diye emrediyor ve ben bu emri yerine getiriyorum. Yani benim inandığım, fotoğrafçı kendi imkanları dahilinde en iyi ekipmana sahip olmalıdır. Bu ona, bir fotoğrafçının içinde bulunması gereken atmosferi yaşamasını sağlar.

Objektifte ise aynı şeyi farklı şekilde düşünüyorum. Tek lens takıyorum makinama genelde. 20 mm. En iyi fotoğraflarımı da onunla çekiyorum. Zaman zaman uzaklık -yakınlık sorunu yaşasam da, bu lense “mecbur” kalmanın yaratıcılıkla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Bir başka deyişle, mecburiyet yaratır, mecbur kalan yaratıcıdır, yaratıcılık mecburiyetten de beslenir, mecburen yaratır mecbur kalan. Lens çeşitliliğindense, bir lensin en iyisinin daha anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Tabi tüm bunların olması iyi fotoğrafı üretmek için yeterli olduğunu söyleyemeyiz. Ben fotoğrafçının diğer sanat dallarından da beslenmesi gerektiğine inanıyorum. Fotoğrafçı iyi bir kitap okuyucusu, iyi bir müzik dinleyicisi, iyi filmler seyircisi de olmalıdır aynı zamanda. Fotoğrafçı, bir uzak doğu resmine baktığında, en azından bir şeyler hissedebilmeli ve düşünebilmelidir de. Eğer bir Tarkovski filmi, ya da bir Vivaldi bestesi ilginizi çekmiyorsa, gözünüzün gelişmesi için dua etmelisiniz. Çünkü aslında gelişen göz değildir, gelişen sizsinizdir, içinde bulunduğunuz bilgi ve ruh durumu. İnanıyorum ki, bugün makinamızı elimizden bırakalım ve Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler”ini okuyalım, kitap bittiğinde çektiğimiz şeyler değişecektir. Sokakta, nasıl ki kendinizi ararsınız, bununla birlikte içinizdeki her şeyi. Siz ne kadarsanız, sanıyorum ki fotoğrafınız da o kadar olacaktır. Kadrajdaki estetik kaygılarımız, resimden ve müzikten de beslenecektir. Hepimizin, fotoğraflarını hayranlıkla izlediği Ara Güler’in “Babil’den Sonra Yaşayacağız” isimli bir hikaye kitabı yazarı olduğunu hatırlamakta fayda var. Uzun lafın kısası benim fotoğraf anlayışım, yukarıda bahsettiğim temellerde yükseliyor.

Fotoğraflar: C.S.

Bu da ilginizi çekebilir
Kapalı
Başa dön tuşu